|
KARL MARX
FRANSA'DA İÇ SAVAŞ
KARL MARX'IN FRANSA'DA İÇ SAVAŞ'INA
GİRİŞ
FRİEDRİCH ENGELS
ENTERNASYONAL Genel Konseyinin Fransa'da İç Savaş
üzerindeki çağrısının, kısa bir sürede yeni bir baskısını hazırlamak ve
buna bir giriş eklemek zorunda kaldım. Bundan ötürü burada, en temel
konular üzerinde durmaktan başka bir şey yapamam.
Daha büyük olan bu çalışmadan önce, Genel Konseyin
Fransız-Alman savaşı üzerindeki daha kısa olan iki çağrısını veriyorum.
İlkin İç Savaş'ta, birincisi olmaksızın kendi başına iyice anlaşılabilir
olmayan ikinci çağrıya göndermede bulunulduğu için. Sonra, gene Marx
tarafından yazılan bu iki çağrıda, tıpkı İç Savaş derecesinde, yazarın
kanıtını ilk kez olarak Louis Bonapart'ın 18 Brumaire'inde verdiği ve
büyük tarihsel olayların nitelik, anlam ve zorunlu sonuçlarını, daha bu
olaylar gözümüzün önünde olup bittiği ya da daha yeni tamamlandığı anda
açıkça kavranmasını sağlayan şaşılası yeteneğin üstün örnekleri
görüldüğü için. Ve son olarak da Almanya'da bugün bile, bu olayların
Marx tarafından önceden bildirilen sonuçlarına katlanmak zorunda
olduğumuz için.
Birinci çağrının önceden haber verdiği şeyin, yani eğer
Almanya'nın Louis Bonaparte'a karşı savunma savaşı, Fransız halkına
karşı bir fetih savaşı biçiminde yozlaşırsa, bağımsızlık savaşı4 denilen
savaşlardan sonra Almanya üzerine çöken tüm acıların yeni bir yoğunlukla
yeniden can-lanacakları kehanetinin gerçekleştiği görülmedi mi?
Demagoglara5 karşı kovuşturmaların yerini almak üzere, aynı keyfe bağlı
polis yönetimi ile, yasanın tıpatıp aynı korkunç yorumlama biçimi ile,
olağanüstü yasa ve sosyalist avının6 geçtiği Bismarck egemenliği altında
bir başka yirmi yıl daha yaşamadık mı?
Alsace-Lorraine'in ilhakının Fransa'yı Rusya'nın
kollarına atacağı ve bu ilhaktan sonra Almanya'nın, ya Rusya'nın haraca
bağlanmış uşağı durumuna geleceği, ya da kısa bir soluk alma zamanından
sonra, yeni bir savaş için, ve doğrusunu söylemek gerekirse "bir ırklar
savaşı, birleşmiş Latin ve Slav ırklarına karşı bir savaş için"
silahlanma zorunda kalacağı yolundaki kehanet, harfi harfine
gerçekleşmedi mi? Fransız illerinin ilhakı, Fransa'yı Rusya'nın
kollarına itmedi mi? Küçük Prusya'nın, "Avrupa'nın birinci devleti"
olmadan önce, Kutsal-Rusya'nın ayaklarına serme alışkanlığında bulunduğu
hizmetlerden daha da aşağılık hizmetler sunacak kadar alçalan Bismarck,
tam yirmi yıl boyunca, çarın gözüne girmek için boşuna çabalamadı mı? Ve
prenslerin bütün ittifak antlaşmalarının daha birinci günü toz olup
gidecekleri bir savaş tehdidinin, Demokles'in kılıcı gibi her gün
kafamızın üzerinde sallanıp durduğu görülmüyor mu? Sonucunun mutlak
belirsizliğinden başka hiçbir şeyi kesin olmayan bir savaş, tüm
Avrupa'yı on beş-yirmi milyon silahlı adamın kırıp geçirmesine teslim
edecek bir ırklar savaşı. Ve eğer bu savaş henüz patlak vermiyorsa,
bunun tek nedeni büyük askeri devletlerden en güçlüsünün, onun sonal
sonucunu önceden görme mutlak olanaksızlığı karşısında korkuya
kapılmasıdır.
1870 uluslararası işçi siyasetinin bu parlak ve yarı
unutulmuş öngörü kanıtlarını yeniden Alman işçilerinin gözü önüne
sermek, şimdi her zamandan daha zorunlu.
Bu iki çağrı için doğru olan şey, Fransa'da İç Savaş
üzerindeki çağrı için de doğrudur. 28 Mayıs günü, Komünün son
savaşçıları Belleville yamaçları üzerinde, üstün düşman güçlerine yenik
düşüyor ve iki gün sonra, 30 Mayıs günü Marx, Genel Konsey karşısında,
Paris Komününün tarihsel anlamının birkaç keskin, ama öylesine
kavrayışlı ve özellikle bu konuda yazılmış son derece zengin yazının
tümünde eşi boşuna aranacak derecede doğru çizgi içinde ortaya konduğu
bu çalışmayı okuyordu.
Fransa'nın 1789'dan sonraki iktisadi ve siyasal gelişmesi
sonucu, elli yıldan beri Paris'te hiçbir devrim, proleter bir niteliğe
bürünmeksizin patlak vermedi. Öyle ki zaferden sonra, onu kanı pahasına
satın alan proletarya, kendi öz istemleriyle sahneye giriyordu. Bu
istemler, Paris işçileri tara-fından erişilmiş bulunan olgunluk
derecesine göre, az çok bulanık, hatta karışık bir nitelik taşıyorlardı.
Ama, kısacası, hepsi de kapitalistler ve işçiler arasındaki karşıtlığın
ortadan kaldırılmasını amaçlıyorlardı. Bu işin nasıl yapılacağı ise,
doğrusunu söylemek gerekirse bilinmiyordu. Ancak henüz ne kadar belirsiz
bir biçimde ileri sürülmüş olursa olsun isteğin kendisi, tek başına
kurulu toplumsal düzen bakımından bir tehlike içeriyordu. Bu isteği
ileri süren işçiler, henüz silahlı idiler. Öyleyse iktidarda olan
burjuvaların ilk görevi, işçilerin silahsızlandırılmasıydı. Bundan
ötürü, işçilerin kanı pahasına kazanılmış her devrimden sonra, işçilerin
yenilgisiyle sonuçlanan yeni bir savaşım patlak veriyordu.
Bu ilk kez 1848'de böyle oldu. Parlamenter muhalefetin
liberal burjuvaları, kendi partilerinin egemenliğini güvence altına
alacak seçim reformunun yapılmasını istedikleri şölenler
düzenliyorlardı. Hükümete karşı savaşımlarında halka gitgide daha çok
dayanmak zorunda kaldıkları için gitgide burjuvazi ve küçük burjuvazinin
radikal ve cumhuriyetçi katmanlarına üstünlük tanımaları gerekiyordu.
Ama bu katmanların arkasında da devrimci işçiler vardı ve bu işçiler
1830'dan başlayarak burjuvaların ve hatta cumhuriyetçilerin
düşündüklerinden çok daha büyük bir siyasal bağımsızlık kazanmış
bulunuyorlardı. Hükümet ve muhalefet arasındaki bunalım patlak verince
işçiler, sokak savaşlarına giriştiler. Ne Louis-Philippe kaldı, ne de
seçim reformu; Louis-Philippe'in yerine zaferi kazanan işçilerin
adlandırdıkları gibi, "Toplumsal" cumhuriyet kuruldu. Toplumsal
cumhuriyetten ne anlaşılması gerektiğiniyse kimse, hatta işçiler bile
pek bilmiyordu. Ama şimdi işçilerin silahları vardı ve devlet içinde bir
güç oluşturuyorlardı. Bundan ötürü cumhuriyetçi burjuvalar, iktidara
geçince ayaklarının altındaki toprağın daha sağlam bir duruma geldiğini
sezer sezmez, ilk amaçları işçileri silahsızlandırmak oldu. Bu iş şöyle
yapıldı: Verilen sözler kasten çiğnendi, proleterler açıkça aşağılandı,
işsizler uzak bir ile sürülmeye girişildi ve böylece işçiler, Haziran
1848 ayaklanmasına8 zorlandı. Hükümet sayıca üstün güçler toplamaya
dikkat etmişti. Beş günlük kahramanca bir savaştan sonra, işçiler
ezildi. Bunun üzerine savunmasız tutsaklar arasında, Roma Cumhuriyetinin
yıkılmasını hazırlayan iç savaşlardan bu yana eşi benzeri görülmeyen bir
insan kıyımına girişildi. Proletarya, kendi öz çıkarları ve kendi öz
istemleriyle ayrı bir sınıf olarak burjuvazinin karşısına çıkma
cüretinde bulunur bulunmaz burjuvazi, öç almada hangi çılgınca
yırtıcılığa kadar yükselebileceğini ilk kez gösteriyordu. Gene de 1871
burjuvazisinin kudurganlığı karşısında 1848, henüz bir çocuk oyunundan
başka bir şey değildi.
Ama ceza da kendini bekletmedi. Eğer proletarya Fransa'yı
henüz yönetebilecek bir durumda değilse, burjuvazi de artık
yönetemiyordu. Hiç değilse burjuvazinin henüz çoğunlukla kralcı eğilimde
olduğu ve üç hanedancı parti ile bir dördüncü cumhuriyetçi parti
biçiminde bölündüğü bu dönemde yönetemiyordu. İşte serüvenci Louis
Bonaparte'ın bütün kilit noktalarını —ordu, polis, yönetim mekanizması—
ele geçirerek 2 Aralık 1851'de burjuvazinin son kalesi olan Ulusal
Meclisi havaya uçurmasını sağlayan şey de, burjuvazinin bu iç
çekişmeleri oldu. İkinci İmparatorluk ve onunla birlikte de Fransa'nın
bir siyaset ve maliye serüvencileri çetesi tarafından sömürülmesi dönemi
başladı. Ama aynı zamanda, sanayi de, Louis-Philippe'in dar çaplı,
pısırık ve büyük burjuvazinin ancak küçük bir bölümünün egemenliğini
simgeleyen sisteminin ona hiçbir zaman kazandıramayacağı bir gelişme
kazandı. Louis Bonaparte, burjuvaları işçilere karşı ve sırası gelince
işçileri de burjuvalara karşı koruma bahanesiyle, kapitalistlerin
elinden siyasal iktidarlarını aldı. Buna karşılık Louis Bonaparte'ın
egemenliği de spekülasyon ve sınai etkinliği, uzun sözün kısası, tüm
burjuvazinin yükselme ve zenginleşmesini, görülmemiş derecede
kolaylaştırdı. İmparatorluk sarayı ve çevresi de bu zenginleşmeden,
ondan da yüksek bir derecede gelişen rüşvet ve soygun payını aldı.
Ama İkinci İmparatorluk demek, Fransız şovenizmine bir
çağrıda bulunmak ve 1814'te yitirilen Birinci İmparatorluk sınırları ya
da en azından Birinci Cumhuriyet sınırları üzerinde hak iddia etmek
demekti. Eski krallık sınırları içinde, hatta 1815'in daha da budanmış
sınırları içinde bir Fransız İmparatorluğu gibi bir durum, uzun zaman
süremezdi. Bu durum, devirli savaşlar ve yeni topraklar kazanmak
zorunluluğuna yol açtı. Ancak Fransız şovenleri bakımından, Ren nehrinin
sol kıyısındaki Alman topraklarının fethi kadar çekici gelen hiçbir
fetih de yoktu. Ren üzerindeki bir fersahlık toprak, onlar için Alpler
ya da bir başka yerdeki on fersahlık topraktan çok daha önemliydi.
İkinci İmparatorluk varlığını sürdürdükçe, Ren'in sol kıyısına bir ya da
birkaç seferde yeniden sahip olmak isteğinin ortaya çıkması, bir zaman
sorunundan başka bir şey değildi. 1866 Avusturya-Prusya savaşı ile
birlikte, bunun da zamanı geldi. Ama Bismarck'tan ve kendi aşırı
entrikacı kararsızlık siyasetinden umduğu "toprak ödünlemeleri"
konusunda düş kırıklığına uğrayan Bonaparte için, artık savaştan başka
bir yol kalmadı. 1870'de patlak veren savaş, Sedan'da yenilgiye
uğramasına ve Wilhelmshoehe'de şapa oturmasına yol açtı.
Bu yenilginin zorunlu sonucuysa, 4 Eylül 1870 Paris
devrimiydi. İmparatorluk, iskambilden bir şato gibi yıkıldı, cumhuriyet,
yeniden ilan edildi. Ama düşman kapıdaydı: İmparatorluk orduları, ya
Metz'de çaresiz bir biçimde kuşatılmış, ya da Almanya'da tutsak bir
durumdaydılar. Bu umutsuz durum içinde halk, eski Yasama meclisindeki
Paris milletvekillerine bir "ulusal savunma hükümeti" kurmak iznini
verdi. Savunmayı sağlamak üzere eli silah tutan Parisliler, işçiler
büyük çoğunluğu oluşturacak biçimde Ulusal Muhafıza girmiş ve
silahlanmış olduğu için halk, bu izni seve seve vermişti. Ama hemen
hemen salt burjuvalardan oluşan hükümet ve silahlı proletarya arasındaki
çatışma patlak vermekte gecikmedi. 31 Ekim günü, işçi taburları Belediye
sarayına (Hôtel de ville) baskın yaparak hükümet üyelerinin bir bölümünü
tutsak aldı; ihanet, hükümetin Komün seçimlerine hemen gidileceği
konusunda yalan yere ant içmesi ve bazı küçük-burjuva taburların işe
karışması, onlara özgürlüklerini kazandırdı ve yabancı bir ordu
tarafından kuşatılmış bir kent içinde iç savaşa yol açmamak için, aynı
hükümet iş başında bırakıldı.
Ensonu, 28 Ocak 1871'de, açlık içinde kıvranan Paris
teslim oluyordu. Ama, savaş tarihinde o güne değin görülmemiş bir
onurla. Tabyalar bırakılmış, tahkimatlar silahsızlandırılmış, savaş
tutsağı sayılan ordu ve gezici muhafız birliklerinin silahları teslim
edilmişti. Ancak Ulusal Muhafız, silahlarını ve toplarını korudu ve
yenenlerle yalnızca bir bırakışma durumuna geçti. Ve hatta yenenler,
Paris'e bir zafer girişi yapmaya bile cesaret edemediler. Ancak Paris'in
küçük ve ayrıca açık parklarla dolu bir köşesini, onu da yalnız birkaç
günlüğüne işgali göze alabildiler! Ve bu süre boyunca da, Paris'i 131
gündür kuşatmış bulunan bu birlikler, hiçbir "Prusyalı"nın yabancı
istilacıya bırakılan köşenin dar sınırlarını aşmamasını dikkatle gözeten
silahlı Paris işçileri tarafından kuşatıldılar. Bütün imparatorluk
birliklerinin silahlarını kendisine teslim ettikleri ordu üzerinde
Parisli işçilerin uyandırdığı saygı öylesine büyüktü ki, devrim
ocağından öçlerini almak için gelen Prusyalı junkerler (toprak ağaları),
bu aynı silahlı devrim karşısında saygı ile durmak ve onu selamlamak
zorunda kaldılar!
Savaş sırasında Parisli işçiler, savaşın cesaretle
sürdürülmesini istemekle yetinmişlerdi. Ama Paris'in tesliminden sonra
barışın13 yapılacağı şu sırada, yeni hükümet başkanı Thiers şunu anlamak
zorundaydı: Parisli işçiler silahlı kalacakları sürece, varlıklı
sınıfların —büyük toprak sahipleri ve kapitalistler— egemenliği sürekli
olarak tehlike karşısında kalacaktı. İlk işi onları silahsızlandırmaya
girişmek oldu. 18 Mart günü, Paris kuşatması sırasında halktan toplanan
paralarla yapılan ve Ulusal Muhafıza ait olan toplara el koyma buyruğunu
vererek, ordu birliklerini gönderdi. Girişim başarısızlığa uğradı. Paris
kendini savunmak için tek bir adam gibi ayaklandı ve Paris ile merkezi
Versailles'da bulunan Fransız hükümeti arasında savaş ilan edildi. 26
Martta Komün seçimleri yapıldı; 28 Martta Komün ilan edildi; o güne
kadar iktidarı elinde tutan Ulusal Muhafız merkez komitesi, bir
kararname yayınlayarak utanç verici Paris "ahlak zabıta"sını
kaldırdıktan sonra, iktidarı Komüne bıraktı. 30 Martta Komün, askere
almayı ve düzenli orduyu kaldırdı ve tüm sağlam yurttaşların
katılacakları Ulusal Muhafızı, tek silahlı kuvvet olarak ilan etti;
bütün Ekim 1870 kiralarını, peşin ödenen kiraları hesaba geçirerek,
Nisana değin erteledi ve belediye emniyet sandıklarına yatırılmış her
türlü eşya satışını durdurdu. Aynı gün, Komün'e seçilmiş olan
yabancıların görevleri de onaylandı, çünkü "Komün bayrağı, dünya
cumhuriyetinin bayrağı"ydı — 1 Nisanda Komün görevlilerinin dolayısıyla
Komün üyelerinin de en yüksek maaşının, [yılda] 6.000 frangı (4.800
mark) geçemeyeceği kararlaştırıldı. Ertesi gün kilise ile devletin
ayrılması ve din işleri bütçesinin kaldırılması, bütün kilise mallarının
ulusal mülkiyete dönüştürülmesi, dolayısıyla 8 Nisanda bütün dinsel
simge, imge, dua ve dogmaların, kısacası "herkesin bireysel vicdanı ile
ilgili her şeyin" okullardan uzaklaştırılması kararlaştırıldı ve bu
karar yavaş yavaş gerçekleştirildi. — 5 Nisanda, Versailles
birliklerinin tutsak Komün savaşçılarını her gün idam etmesi karşısında,
rehinelerin tutuklanmasını öngören bir kararname ilan edildi, ama bu
kararname hiçbir zaman uygulanmadı. — 6 Nisanda 137. Ulusal Muhafız
taburu, gidip giyotini aldı ve halkın sevinç gösterileri içinde yaktı. —
12 Nisanda Komün, Napoléon'un 1809 savaşından sonra düşmandan aldığı
toplarla döktürülen Vendôme sütununu, şovenizm ve halkları anlaşmazlığa
kışkırtma simgesi olduğu gerekçesiyle, yıkmayı kararlaştırdı. Karar, 16
Mayısta yerine getirildi. —16 Nisanda Komün, sahipleri tarafından
çalışması durdurulmuş fabrikaların bir sayımının yapılmasını ve bu
işletmelerin yönetimini o zamana kadar bu işletmelerde çalışan ve
kooperatif birlikleri içinde bir araya gelecek olan işçilere vermek ve
bu kooperatif birlikleri de bir tek büyük federasyon biçiminde
örgütlemek üzere planlar hazırlanmasını kararlaştırdı. — 20 Nisanda
fırıncıların gece çalışmasını ve İkinci İmparatorluktan bu yana polis
tarafından seçilen ve birinci sınıf işçi sömürücüsü olan kişiler elinde
tekelleşen iş bulma bürolarını yasakladı. Bu bürolar, Paris'teki 20
ilçenin (arrondissement) belediyelerine bağlandı. — 30 Nisanda, Komün,
emniyet sandıklarının ortadan kaldırılmasını kararlaştırdı. İşçilerin
özel bir sömürüsüne yol açan bu sandıklar, onların çalışma aletleri ve
kredi haklarıyla çelişiyordu. — 5 Mayısta Komün, Louis XVI'nın idamının
bağışlanması için yapılan kefaret kilisesini yıktırmayı kararlaştırdı.
Böylece yabancı istilaya karşı savaşın o güne kadar arka
plana sürdüğü Paris hareketinin sınıfsal niteliği, 18 Marttan başlayarak
sert ve katıksız bir biçimde ortaya çıktı. Komünde hemen yalnızca
işçiler ya da işçilerin ünlü temsilcileri yer alıyordu; kararları da
açıkça proleter bir nitelik taşıyordu. Komün, ya dinin devlet karşısında
özel bir sorundan başka birşey olmadığı yolundaki ilkenin
gerçekleştirilmesi gibi, cumhuriyetçi burjuvazinin salt korkaklıktan
savsakladığı, ancak işçi sınıfının özgür etkinliği bakımından zorunlu
bir temel oluşturan reformları kararlaştırıyor, ya da doğrudan doğruya
işçi sınıfı yararına alınan ve bir ölçüde eski toplumsal düzende de
derin çatlaklar açan kararları ilan ediyordu. Ama kuşatılmış bir kentte
bütün bunlar bir uygulama başlangıcından başka bir şey olamazdı. Ve
mayısın ilk günlerinden başlayarak, Versailles hükümetinin gitgide
çoğalan birliklerine karşı savaş, herkesin tek kaygısı durumuna geldi.
7 Nisanda Versailles'lılar, Paris'in batı cephesindeki
Neuilly'de, Seine geçidini ele geçirdiler. Buna karşılık 11 Nisanda
güney cephesinde General Eudes'ün bir saldırısı üzerine, kanlı kayıplar
vererek püskürtüldüler. Paris, hem de bu kentin Prusyalılar tarafından
bombalanmasını kutsallığa saygısızlık olarak damgalayan aynı kişiler
tarafından, durup dinlenmeksizin bombalanıyordu. Bu aynı kşiler şimdi,
Sedan ve Metz'de14 tutsak düşen Fransız askerlerine Paris'i yeniden
fethettirmek üzere, onların bir an önce yurtlarına gönderilmelerini
Prusya hükümetinden dilenircesine istiyorlardı. Mayıs başından
başlayarak bu birliklerin yavaş yavaş gelmesi, Versailles'lılara kesin
bir üstünlük kazandırdı. Bu durum, daha 23 Nisanda, Thiers, Komünün
önerisi üzerine başlayan ve rehine olarak tutulan Paris başpiskoposu*
ile bir sürü öteki papazın, Komüne iki kez seçilmekle birlikte
Clairvaux'da hapiste olan bir tek Blanqui ile değiştirilmesini amaçlayan
görüşmeleri kestiği zaman ortaya çıktı. Ve Thiers'nin dilindeki ton
değişikliğinde, kendini daha da çok duyurdu. O güne kadar savsaklayıcı
ve kaypak olan Thiers, birdenbire saygısız, tehdit edici ve kaba
kesiliverdi. Güney cephesinde Versailles'lılar 3 Mayısta Moulin-Saquet
tabyasını, 9 Mayısta top ateşiyle baştanbaşa yıkılmış Issy kalesini, 14
Mayısta da Vanves kalesini aldılar. Batı cephesinde hisarlara bitişik
birçok köy ve yapıyı ele geçirerek, yavaş yavaş surun kendisine doğru
ilerlediler. 21 Mayısta ihanet ve Ulusal Muhafız gözcü postasının
savsaklaması sonucu, kente girmeyi başardılar. Kuzey ve doğudaki
kaleleri işgal eden Prusyalılar, Versailles'lıların bırakışmayla
kendilerine yasaklanmış olan kentin kuzeyindeki topraklardan
ilerlemelerine izin vererek, Parislilerin antlaşma dolayısıyla
korunduklarını sandıkları ve bu yüzden pek de asker bulundurmadıkları
geniş bir cephe üzerinden saldırmalarını sağladılar. Bundan ötürü
Paris'in batı yarısında, gerçek anlamıyla lüks kentinde ancak az bir
direniş görüldü. İstila birlikleri doğu yarıya, tam anlamıyla işçi
mahallelere yaklaştıkları ölçüde direniş, daha zorlu ve inatçı bir
biçime büründü. Komünün son savunucuları, ancak sekiz günlük bir
savaştan sonradır ki Belleville ve Méilmontant tepeleri üzerinde yenik
düştüler ve savunmasız erkek, kadın ve çocukların bütün hafta süren ve
durmadan artan yığınsal katliamı, işte o zaman doruğuna vardı. Tüfek,
artık yeterince çabuk öldürmüyordu; yenikler, yüzlercesi bir arada,
makineli tüfekle kurşuna dizildiler. Son yığınsal katliamın yapıldığı
Père-Lachaise mezarlığındaki Federeler Duvarı, proletarya kendi hakkı
için ayaklanmaya cüret eder etmez, yönetici sınıfın gösterebileceği
taşkın öfkenin hem dilsiz hem de belagatli tanığı olarak, bugün hâlâ
ayaktadır. Sonra, bütün Komüncülerin öldürülmesinin olanaksızlığı
görülünce, sıra yığınsal tutuklamalara, tutsaklar sıralarından
gelişigüzel seçilen kurbanların kurşuna dizilmesine, ötekilerin de savaş
divanları karşısına çıkarılmayı beklemek üzere, büyük kamplara sürgün
edilmelerine geldi. Paris'in kuzey yarısı çevresinde ordugah kuran
Prusya birliklerine, hiçbir kaçağı geçirmeme buyruğu verilmişti; ama
erler, kendilerine verilen buyruğun sesinden çok insanlığın sesini
dinledikleri zaman, subaylar çoğu kez gözlerini yumdular. Bu arada çok
insanca davranan ve Komün savaşçısı oldukları besbelli birçok insanın
geçmesine göz yuman Saksonya kolordusunu, özellikle övmek gerekir.
Eğer bugün, yirmi yıl sonra, 1871 Paris Komününün
etkinlik ve tarihsel anlamı üzerine geriye doğru bir göz atarsak,
Fransa'da İç Savaş'ta bu konuda yapılan betimlemeye katılacak bazı
eklemeler olduğu ortaya çıkar.
Komün üyeleri, Ulusal Muhafız Merkez Komitesi'nde egemen
durumda olan bir blanquiciler çoğunluğu ile, çoğu proudhoncu
sosyalistlerden oluşan Uluslararası Emekçiler Derneği üyesi bir azınlık
biçiminde bölünüyorlardı. Genel olarak blanquiciler, o sırada ancak
proleter devrimci içgüdü bakımından sosyalist bir kimlik taşıyorlardı;
aralarından ancak küçük bir bölümü, Alman bilimsel sosyalizmini bilen
Vaillant sayesinde, daha büyük bir ilke açıklığına erişmiş bulunuyordu.
İktisadi düzeyde, bugünkü anlayışımıza göre Komünün yapmış olması
gereken birçok şeyin yapılmamasını işte bu durum açıklar. Kavranması en
güç olan şey, kuşkusuz Komünü Fransız Bankasının kapıları önünde
durduran o kutsal saygıdır. Ayrıca ağır bir siyasal yanlışlıktı bu.
Komünün elindeki banka, onbin rehineden daha değerliydi. Komünle barış
imzalanması için, Versailles hükümeti üzerinde baskı yapan tüm Fransız
burjuvazisi demekti. Ama asıl şaşılacak şey, blanquici ve
proudhonculardan oluşan Komün tarafından gene de yapılmış olan birçok
doğru şeydir. Komünün iktisadi kararlarının sorumluluğunun, şanlı ve
daha az şanlı yönleriyle, en başta proudhonculara düştüğü kendiliğinden
anlaşılır — tıpkı siyasal edim ve güçsüzlüklerinin sorumluluğunun da
blanquicilere düşmesi gibi. Ve her iki durumda da tarihin ironisi —doktrinerlerin
iktidara geçtikleri her zaman olduğu gibi—, her iki akım yandaşlarının
da kendi okul öğretilerinin onlara buyurduğu şeyin tam tersini
yapmalarını gerektirdi.
Küçük köylülük ve zanaatçılığın sosyalisti olan Proudhon,
ortaklaşmadan (association) hiç hoşlanmıyordu. Ortaklaşmanın yarardan
çok sakınca içerdiğini, doğası gereği kısır, hatta emekçinin özgürlüğünü
engellediği için zararlı olduğunu; verimsiz ve engelleyici, apaçık ve
dolambaçsız bir dogma olarak, emekçinin özgürlüğüyle olduğu kadar emek
tasarrufu ile de çeliştiği için, sakıncalarının yararlarından daha hızlı
arttığını; onun karşısında rekabet, işbölümü ve özel mülkiyetin,
iktisadi güçler olarak kalacaklarını söylüyordu. Emekçiler Ortaklığı
(Derneği) ancak, örneğin demiryolları gibi büyük sanayi ve büyük
işletmelerin oluşturduğu istisnai durumlar —Proudhon bunları böyle
adlandırır— için yersiz olmayacaktı (bkz: Idée générale de la révolution,
3. inceleme).
1871 yılında, hatta zanaatçılığın merkezi olan Paris'te
bile, büyük sanayi bir istisna olmaktan öylesine çıkmıştı ki Komünün en
önemli kararnamesiyle, yalnız emekçilerin ortaklaşmasına dayanmakla
kalmayacak, ayrıca bütün bu ortaklaşmaları (dernekleri) büyük bir
federasyon içinde toplayacak bir büyük sanayi ve hatta manüfaktür
örgütü; kısacası Marx'ın İç Savaş'ta çok haklı olarak söylediği gibi,
sonunda komünizme, yani Proudhon öğretisinin tam tersine varacak olan
bir örgüt kuruluyordu. Ve Komün işte bu nedenle de proudhoncu sosyalizm
okulunun mezarı oldu. Bu okul bugün Fransız işçi çevrelerinde yitip
gitti; şimdi bu çevrelerde, "marksist"ler arasında olduğundan daha az
olmamak üzere, "possibiliste"ler arasında da Marx'ın teorisi söz
götürmez bir egemenlik sürüyor. Proudhonculara şimdi ancak, "radikal"
burjuvazi içinde rastlanıyor.
Blanquicilerin işleri de daha iyi gitmedi. Komploculuk
okulunda yetişen ve bu okula özgü sıkı bir disiplinle bağlanan
blanquiciler, görece küçük bir sayıdaki kararlı ve iyi örgütlenmiş
insanın, zamanı geldiğinde yalnız iktidarı ele geçirmeye değil, büyük
bir yılmazlık ve gözüpeklik göstererek, halk yığınını devrime sürüklemek
ve onu küçük yönetici birlik çevresinde toplamak başarısını göstermeye
yetecek kadar iktidarda kalmaya da yetenekli olduğu düşüncesinden yola
çıkıyorlardı. Bunun için de her şeyden önce tüm iktidarın, yeni devrimci
hükümetin elinde sıkı sıkıya ve diktatörce toplanması gerekiyordu. Ama
çoğunlukla bu blanquicilerden oluşan Komün ne yaptı? Taşradaki
Fransızlar için yayımladığı bütün bildirgelerinde Komün, onları tüm
Fransız komünlerinin Paris ile özgür bir federasyonuna, ilk kez olarak
gerçekten ulusun kendisi tarafından kurulacak ulusal bir örgütlenmeye
çağırıyordu. Önceki merkezi hükümetin bastırıcı gücüne, yani 1798'de
Napoléon'un kurduğu ve ondan sonra her yeni hükümet tarafından minnetle
yeniden ele alınarak karşıtlarına karşı kullanılan ordu, siyasal polis
ve bürokrasiye gelince, Paris'te alaşağı edilmiş olduğu gibi, her yerde
alaşağı edilmesi gereken şey de işte bu gücün ta kendisiydi.
Komün, iktidara geçen işçi sınıfının, eski devlet
makinesiyle yönetmeye devam edemeyeceğini hemen kabul etme zorunda
kaldı. Daha yeni kazandığı egemenliği yeniden yitirmemek için işçi
sınıfı, bir yandan o zamana kadar kendisine karşı kullanılan eski baskı
makinesini ortadan kaldırmak, ancak öte yandan kendi temsilci ve
memurlarının her zaman ve istisnasız görevden alınabilir (révocable)
olduklarını ilan ederek, onlara karşı da güvenlik önlemleri almak
zorundaydı. Devletin ayırıcı özelliği, o zamana kadar neye dayanıyordu?
Toplum, başlangıçta basit işbölümü aracıyla, kendi ortak çıkarlarını
gözetmek için kendi öz organlarını kurmuştu. Ama zamanla, doruğunu
devlet iktidarının oluşturduğu bu organlar, kendi özel çıkarlarına
hizmet etmeye başlayarak, toplumun hizmetkârları olmaktan çıkıp onun
efendileri durumuna dönüşmüşlerdi. Bunun böyle olduğu, örneğin sadece
soydan geçme krallıkta değil, demokratik cumhuriyette de
görülebiliyordu. "Politikacı"lar hiçbir yerde, Kuzey Amerika'da
olduklarından daha kendi başına ve daha güçlü bir klan oluşturmaz.
İktidarda nöbet değiştiren iki büyük partiden her biri bu ülkede,
siyaseti kendine iş edinen, eyaletlerin yasama meclislerinde olduğu gibi
Birlik yasama meclislerindeki koltuklar üzerinde de spekülasyon yapan,
ya da partileri yararına ajitasyon aracıyla geçinen ve partisinin zaferi
üzerine çeşitli görevlerle ödüllendirilen kişiler tarafından yönetilir.
Amerikalıların otuz yıldan beri taşınmaz duruma gelmiş bulunan bu
boyunduruktan kurtulmak için ne kadar çaba gösterdikleri ve her şeye
karşın, bu çürüme bataklığına durmadan daha derin bir biçimde nasıl
battıkları yeterince bilinir. Devlet gücünün, başlangıçta basit bir
aletinden başka bir şey olmadığı toplum karşısında nasıl
bağımsızlaştığını en iyi Amerika'da görebiliriz. Bu ülkede ne hanedan
vardır, ne soyluluk; Kızılderililerin gözetimine atanmış bir avuç asker
bir yana bırakılırsa ne sürekli ordu vardır, ne de değişmez görevler ve
emeklilik hakkı ile birlikte bürokrasi. Ve gene de orada, devlet
iktidarını ele geçirmek ve onu hem de en utanmaz erekler için en
bozulmuş araçlarla sömürmek üzere nöbetleşen iki büyük spekülatör
politikacılar çetesi vardır; ve ulus, sözümona onun hizmetinde
olduklarını söyleyen, ama gerçeklikte ona egemen olup onu soyan bu iki
büyük politikacılar karteli karşısında, güçsüzdür.
Başlangıçta toplumun hizmetkârları olan devlet ve devlet
organlarının, toplumun efendileri durumuna ve daha önceki bütün
rejimlerde kaçınılmaz bir nitelik taşıyan bu dönüşümünü önlemek için
Komün, iki şaşmaz araç kullandı. İlkin bütün yönetim, adalet ve eğitim
görevlilerinin ilgililer tarafından seçilerek, gene aynı ilgililer
tarafından her an görevden geri alınabilmeleri ilkesini kabul etti.
İkinci olarak da en küçüğünden en büyüğüne bütün hizmetlere, işçilerin
aldığı ücretten başka bir karşılık ödemedi. Genel olarak ödediği en
yüksek görevli maaşı yılda 6.000 franktı. Böylece, temsil organlarına
gönderilen delegelerin emredici vekaletleri dışında, mevki ve ikbal
avcılığına karşı etkin bir engel daha konmuş oluyordu.
Şimdiye kadarki biçimiyle devlet gücünün bu parçalanması
ve yerine gerçekten demokratik yeni bir iktidar geçirilmesi, İç Savaş'ın
üçüncü bölümünde ayrıntılı bir biçimde betimlenmiştir. Ancak bu konunun
bazı yönleri üzerinde, bu-rada kısaca durmak da zorunluydu; çünkü devlet
batıl itikadı felsefeden, özellikle Almanya'da, burjuvazinin ve hatta
birçok işçinin ortak bilincine geçti. Filozofların kafasında devlet,
"idea'nın gerçekleşmesi" ya da Tanrının dünya üzerindeki felsefi dile
çevrilmiş saltanatı, sonsuz doğruluk ve adaletin gerçekleştiği ya da
gerçekleşeceği alandır. Devlete ve devlete ilişkin her şeye karşı
duyulan ve beşikten beri, tüm toplumun bütün işleri ve bütün ortak
çıkarlarının, şimdiye kadar olduğundan, yani devlet ve onun gereğince
yerleşmiş otoriteleri tarafından çekilip çevrildiklerinden başka türlü
çekilip çevrilemeyeceklerini düşünmeye alışıldığı ölçüde kolay yerleşen
o batıl itikada dayalı saygıda işte buradan kaynaklandı. Ve soydan geçme
krallığa karşı duyulan güvenden kurtulup da, demokratik cumhuriyet için
güven beslemeye başlandığı zaman, son derece gözüpek bir adım atılmış
olduğu sanıldı. Ama gerçeklikte devlet, bir sınıfın bir başkası
tarafından bastırılmasına yarayan bir makineden başka bir şey değildir
ve bu krallıkta ne kadar böyleyse, demokratik cumhuriyette de o kadar
böyledir. Bu konuda söylenebilecek en kısa şey de devletin, muzaffer
proletaryanın sınıf egemenliği savaşımında kalıt olarak aldığı ve tıpkı
Komünün yaptığı gibi, en zararlı yönlerini hemen budamaya başlaması
gereken bir kötülük olduğudur; ta ki yeni ve özgür toplumsal koşullar
içinde yetişen bir kuşağın, bütün bu devlet hurdasından kurtulacak bir
duruma gelebilmesine kadar.
Sosyal demokrat hamkafa (philistin) son zamanlarda
proletarya diktatörlüğü sözünün edildiğini duyunca hidayete erdirici bir
korkuya kapıldı. Eh peki, bu diktatörlüğün neye benzediğini görmek ister
misiniz baylar? Paris Komününe bakın. Paris Komünü, proletarya
diktatörlüğüydü.
Londra, Paris Komününün 20. yıldönümü için, 18 Mart 1891.
Neue Zeit, Bd. 2, nº 28, 1890-1891
içinde, ve
Marx'ın Fransa'da İç Savaş,
Berlin 1891, yapıtı içinde yayınlandı.
|