|
KARL MARX
FRANSA'DA SINIF SAVAŞIMLARI
GİRİŞ
FRİEDRİCH ENGELS
YENİDEN yayınlanan bu yapıt, Marx'ın, çağdaş tarihin bir
parçasını, verili ekonomik durum temeli üzerinde kendi materyalist
anlayışıyla açıklama yolunda ilk girişimiydi. Komünist Manifesto'da,
teori, bütün modern tarihin geniş bir taslağını yapmak için
kullanılmıştı; Marx ve ben, Neue Rheinische Zeitung'da yayınlanan
yazılarımızda, teoriyi, o günün siyasal olaylarını yorumlamak için
kullanmıştık. Buna karşılık, burada bütün Avrupa'da, kritik olduğu kadar
tipik olan birkaç yıllık bir gelişmenin akışı sırasında nedenlerin
ardarda iç bağlanışını ortaya koymak, yani yazarın anlayışıyla uygunluk
içinde, siyasal olayları, son tahlilde ekonomik olan nedenlerin
sonuçlarına kadar izlemek sözkonusuydu.
Olaylar ve olay dizileri güncel tarihle
değerlendirilirse, sonal ekonomik nedenlere kadar uzanmak asla olanaklı
olmayacaktır. Yetkili teknik basının o kadar bol materyal sağladığı
bugün bile, dünya pazarındaki sanayinin ve ticaretin gidişini ve üretim
yöntemlerinde oluşan değişiklikleri, en önemlileri birdenbire bütün
yeğinliği ile gün ışığına çıkmadan önce uzun süre gölgede kalan, son
derece karmaşık olan ve her gün değişen bu etkenlerden, herhangi bir
anda, genel bir sonuç çıkarabilecek biçimde günü gününe izlemek,
İngiltere'de de olsa, hâlâ olanaksızdır. Belirli bir dönemin ekonomi
tarihine berrak toplu bir bakış, aynı an için hiçbir zaman olanaklı
değildir; bu, ancak her şey olup bittikten, materyali toplayıp
ayıkladıktan sonra yapılabilir. İstatistik, burada zorunlu bir
kaynaktır, ve hep topallayarak arkadan gelir. Demek ki, devam etmekte
olan çağdaş tarih için, hemen her zaman bu en kesin etkeni değişmez
kabul etmek, incelenen dönemin başlangıcındaki ekonomik durumu bütün
dönem için veri ve değişmez olarak işlemek ya da apaçık olayların sonucu
olan, dolayısıyla kendileri de açıkça ortaya çıkan bu ekonomik durumdaki
değişiklikleri hesaba katmak zorunda olunacaktır. Sonuç olarak,
materyalist yöntem, burada, sık sık, siyasal çatışmaları, ekonomik
gelişmenin doğurduğu mevcut toplumsal sınıflar arasındaki ve sınıfların
kesimleri arasındaki savaşıma dek izlemekle ve çeşitli siyasal
partilerin bu aynı sınıfların ve sınıf kesimlerinin azçok aslına uygun
siyasal ifadeleri olduklarını göstermekle yetinmek zorunda kalacaktır.
Şurası apaçıktır ki, incelenecek bütün süreçlerin
temelindeki, ekonomik durumdaki, eşanlı değişimlerin kaçınılmaz olarak
gözardı edilmesi, bir yanılgı kaynağı olmalıdır. Ama gözlerimizin önünde
geçen bir tarih hakkında yapılacak toplu bir açıklamanın bütün
koşulları, kaçınılmaz olarak, yanılgı kaynakları içerir; gene de bu, hiç
kimseyi güncel tarih yazmaktan alıkoymaz.
Marx bu işe giriştiği zaman, bu yanılgı kaynağı daha da
kaçınılmazdı. 1848-1849 devrimci dönemi boyunca aynı anda oluşan
ekonomik dönüşümleri izlemek ya da bunları toplu olarak gözönünde
bulundurmak bile, düpedüz olanaksızdı. Londra'daki sürgünün ilk
aylarında —1849-1850 güzünde ve kışında— durum aynıydı. Oysa Marx da,
tam o sırada çalışmasına başladı. Ve elverişsiz durum ve koşullara
karşın, onun, Fransa'nın hem önceki ekonomik durumu hakkında hem de
Şubat Devriminden bu yana siyasal tarihi konusunda tam bilgisi, ona,
henüz hiç kimsenin yapamadığı bir biçimde, daha sonra Marx'ın kendisinin
çifte sınamasından parlak bir biçimde geçen, olayların iç
bağlantılarının bir betimlemesini yapma olanağını verdi.
Birinci sınama, Marx, 1850 ilkyazından başlayarak,
kendini ekonomik çalışmalara vermeye zaman bulabildiği ve ilk iş olarak
son on yılın ekonomik tarihini incelemeye giriştiği zaman oldu. Böylece
daha önce yetersiz malzemeden, yarı yarıya önsel olarak çıkarmış olduğu
sonuçlar hakkında, şimdi bizzat olguların yardımıyla, tamamıyla açık bir
görüş edindi, şöyle ki: 1847 dünya ticari bunalımı, Şubat ve Mart
Devrimlerinin gerçek anasıydı ve 1848 ortalarından itibaren yavaş yavaş
geri gelen ve 1849 ve 1850'de doruğuna varan sınai gönenç, yeni güçlenen
Avrupa gericiliğini canlandırıcı bir güç oldu. Bu, kesin bir sınavdı. (Neue
Rheinische Zeitung, Politisch-ökonomische Revue, Hamburg, 1850'nin Ocak,
Şubat, Mart fasiküllerinde yayınlanan) ilk üç makalede, hâlâ, devrimci
enerjinin yakında yeni bir atılım yapacağı umudu yeralmaktayken, 1850
güzünde yayınlanan ve Marx'la birlikte son çift fasikül (Mayıstan Ekime
kadar) için çizdiğimiz tarihsel tablo bu çeşitten yanılsamalara
kesinlikle son verir: "Bir yeni devrim, ancak yeni bir bunalımın
ardından gelebilir. Ama bu da bu bunalım kadar kesindir." Zaten
yapılması gereken tek temel değişiklik de buydu. Anlatının, bu genel
tabloda verilen ve 10 Marttan 1850 güzüne kadar giden devamının da
tanıtladığı gibi, olayların daha önceki bölümlerde verilen yorumunda, ya
da bu bölümlerde kurulan nedensel bağlantılarda yapılacak hiçbir
değişiklik kesinlikle yoktu. İşte bu yüzden, bu devamı, dördüncü makale
olarak bu yeni baskıya aldım.
İkinci sınama daha da çetin oldu. Louis Bonaparte'ın 2
Aralık 1851 hükümet darbesinden hemen sonra, Marx, yeniden, 1848
Şubatından, devrimci dönemi o an için sona erdiren bu olaya kadarki
Fransa tarihine çalıştı. (Louis Bonaparte'ın 18. Brumaire'i, 3. baskı,
Meissner Hamburg, 1885). Bu broşürde, bu yayınımızda açıklanan dönem,
daha kısaca da olsa, yeniden işlenmişti. Bizimki ile, bir yıldan daha
fazla bir zaman sonra olan bu belirleyici olayın ışığında yazılmış
ikinci betimlemeyi karşılaştırırsanız görülecektir ki, yazar pek az şeyi
değiştirmek zorunda kalmıştır.
Bizim yapıtımıza çok özel bir önem yükleyen başka bir şey
de, dünyanın bütün ülkelerinin işçi partilerinin ekonomik dönüşüm, yani
üretim araçlarının toplum tarafından mülk edinilmesi, ortak istemlerini
kısaca özetleyen formülü ilk kez ifade etmesidir. İkinci bölümde,
"proletaryanın devrimci isteklerinin özetlendiği ilk acemi formül" diye
nitelendirilmiş olan "çalışma hakkı" konusunda şunları okuyabilirsiniz:
"Ama çalışma hakkının gerisinde, sermaye üzerindeki
iktidar, sermaye üzerindeki iktidarın gerisinde üretim araçlarının
mülkedinilmesi, onların birleşik işçi sınıfına tabiyeti, yani sermayenin
ve sermaye ile ücretli emek arasındaki karşılıklı ilişkilerin olduğu
gibi, ücretli emeğin de ortadan kaldırılması vardır."
Şu halde, modern işçi sosyalizmini, feodal, burjuva,
küçük-burjuva sosyalizminin çeşitli bütün nüanslarından vb. olduğu kadar
ütopik sosyalizmin ve ilkel işçi komünizminin pek anlaşılır olmayan
malların ortaklığından ayırdeden tez de, burada, ilk kez formüle edilmiş
bulunmaktadır. Marx, daha sonra bu formülü genişletti ve değişim
araçlarının mülkedinilmesini de kapsamına aldı ise de, bu genişletme,
Komünist Manifesto'dan sonra kendiliğinden anlaşılacağı gibi, birinci
savın zorunlu bir sonucundan başka bir şeyi ifade etmiyordu. Sonra,
İngiltere'de bazı bilgili kimseler, bir de "bölüşüm araçlarının" topluma
devredilmesi gerektiğini eklediler. Bu baylar için, üretim araçlarından
ve değişim araçlarından ayrı olarak, bölüşüm araçlarının neler olduğunu
söylemek güç olacaktır; yeter ki, politik bölüşüm araçlarından
—vergilerden, Sachsenwald da dahil yoksullara yardımdan ve başka vakıf
gelirlerinden— sözediliyor olmasın. Ama, ilkin, bunlar, daha şimdiden
topluluğun, devletin ya da kamunun mülkiyetindeki bölüşüm araçları
değiller midir, ve ikinci olarak da, bizim istediğimiz de tam olarak
bunları ortadan kaldırmak değil midir?
ŞUBAT Devrimi patlak verdiği zaman, biz hepimiz,
koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş
tarihsel deneyimin, özellikle de Fransa deneyiminin büyülü etkisi
altındaydık. Genel altüst oluş işareti, 1789'dan bu yana bütün
Avrupa'nın tarihine hükmetmiş olan, Fransa'dan başlamamış mıydı bir kez
daha? Onun için, 1848 Şubatında Paris'te ilan edilen "toplumsal"
devrimin, proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki
fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması
doğal ve kaçınılmaz bir şeydi. Ve hele Paris ayaklanması, zafere ulaşan
Viyana, Milano ve Berlin ayaklanmalarıyla yankılanınca, Rusya sınırına
kadar bütün Avrupa harekete sürüklenince, daha sonra Haziran ayında
Paris'te proletarya ile burjuvazi arasında iktidar uğruna ilk büyük
kavga verilince, kendi sınıfının zaferi bile bütün ülkelerin
burjuvazisini, daha yeni devrilmiş bulunan kralcı-feodal gericiliğin
kollarına yeniden atılacak kadar sarsınca, biz, o günün koşulları
içinde, büyük belirleyici kavganın başlamış olduğundan ve bu kavgayı
uzun süreli ve seçeneklerle dolu bir tek devrimci dönemde vermek
gerekeceğinden, ama bu kavganın ancak proletaryanın sonal zaferi ile
sonuçlanabileceğinden artık hiçbir biçimde kuşkulanamazdık.
1849 yenilgisinden sonra, in partibus, geçici
hükümetlerin çevresinde toplaşan vülger demokrasinin yanılsamalarını
hiçbir biçimde paylaşmıyorduk. Bu vülger demokrasi, "halkın" "zorbalara"
karşı, kesin ve sonal yakın zaferine güveniyordu; biz ise, "zorbaların"
elenmesinden sonra, tam bu aynı "halk" içinde gizli bulunan uzlaşmaz
karşıt öğeler arasındaki uzun bir savaşıma inanıyorduk. Vülger
demokrasi, bugünden yarına yeni bir harekete geçme bekliyordu; daha 1850
güzünde, biz, devrimci dönemin hiç değilse birinci diliminin
kapandığını, ve yeni bir ekonomik bunalımın patlak vermesine kadar
beklenecek hiçbir şey olmadığını açıklıyorduk. Bunun içindir ki, biz,
daha sonra, hemen hemen istisnasız, Bismarck'ın zahmete değer bulduğu
ölçüde, Bismarck ile uzlaşan aynı adamlar tarafından devrime ihanet
etmiş kişiler olarak afaroz edildik.
Ama tarih bizi de yanlış çıkardı, bizim o zamanki
görüşümüzün bir yanılsama olduğunu ortaya koydu. Hatta daha da ileri
gitti: yalnız bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı,
proletaryanın, içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı
altüst etti. 1848'in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiştir ve bu,
bu nedenle daha yakından incelenmeye değer bir noktadır.
Bütün devrimler, şimdiye kadar, belirli bir sınıfın
egemenliğinin yerini, bir diğer sınıfın egemenliğinin alması ile
sonuçlanmıştır; ama bütün egemen sınıflar, şimdiye kadar baskı altında
tutulan halk kitlesine göre, küçük azınlıklar idiler. Böylelikledir ki,
egemen azınlık devriliyor, başka bir azınlık onun yerine devlet dümenini
eline geçiriyordu ve kamu kurumlarını kendi çıkarlarına göre
değiştiriyordu. Ve her seferinde bu azınlık, ekonomik gelişme durumunun
iktidara elverişli, yetkili ve yetenekli kıldığı gruptu ve kesinlikle
bunun için, yalnızca bunun içindir ki, altüst oluş sırasında, baskı
altında tutulan çoğunluk, ya azınlıktan yana bu harekete katılıyordu ya
da en azından sessiz sedasız onu kabul ediyordu. Ama her olayın somut
içeriğini gözardı edersek, bütün bu devrimlerin ortak biçimi, azınlık
devrimi olmaları idi. Çoğunluk ise, devrime katıldığı zaman bile, bunu,
ancak, —bilerek ya da bilmeyerek— bir azınlığın hizmetinde yapıyordu;
ama bu yüzden ya da hatta çoğunluğun pasif ve dirençsiz tutumu
nedeniyle, azınlık bütün halkın temsilcisi olma görünümünü elde
ediyordu.
İlk büyük başarıdan sonra, zaferi kazanan azınlığın ikiye
bölünmesi kuraldı: bunlardan biri elde edilen sonuçtan doygundu, öteki
ise daha ileri gitmek istiyordu, hiç değilse kısmen, halkın büyük
kalabalığının gerçekten ya da görünüşte çıkarına olan yeni istemler
ileri sürüyordu. Bu daha köklü istemler, bazı durumlarda pekala
kendilerini kabul ettiriyorlardı, ama çoğu kez ancak bir an için; daha
ılımlı kesim üstünlüğü elegeçiriyor, son kazanımlar yeniden tümüyle ya
da bir bölümüyle yitirilmiş oluyordu; o zaman yenilenler ihanet diye
bağırıyorlar ya da yenilgiyi raslantıya bağlıyorlardı. Ama gerçekte, iş,
çoğu kez şöyle idi: birinci zaferin başarılarını, ancak daha radikal
olan kesimin ikinci zaferi sağlamlaştırıyordu; bu bir kez kazanıldı mı,
yani o an için zorunlu olan bir kez kazanıldı mı, radikal unsurlar bir
kez daha sahneden siliniyordu ve başarıları da.
Modern zamanların bütün devrimleri, 17. yüzyılın büyük
İngiliz devrimi ile başlamak üzere, her türlü devrimci savaşımın
ayrılmaz özellikleri gibi görünen bu özellikleri gösterdiler. Bunun
gibi, proletaryanın, kendi kurtuluşu uğruna savaşımına da aynı biçimde
uygulanabilir göründüler; o kadar uygulanabilir ki, özellikle 1848'de,
bu kurtuluşu hangi yönde aramak gerektiğini, şöyle böyle de olsa anlayan
kişiler sayılıydı. Paris'te bile, proleter kitlelerin kendilerinin,
zaferden sonra, hâlâ, izlenecek yol hakkında net bir fikirleri
kesinlikle yoktu. Ama yine de, içgüdüsel, kendiliğinden, bastırılması
olanaksız hareket ortadaydı. Bir azınlık tarafından yönetilen, doğru,
ama bu kez azınlığın değil çoğunluğun çıkarına en yakın yürütülen bir
devrimin zorunlu olarak başarıya ulaşacağı durum tam da bu değil miydi?
Eğer biraz uzun süren bütün devrimci dönemlerde, öncülük eden azınlığın
akla yatan bir biçimde sunmasını bildiği basit yutturmacalarla büyük
halk yığınları bu kadar kolaylıkla kazanılabiliyorduysa, kendi ekonomik
durumlarının en gerçek yansısından başka bir şey olmayan ve henüz
kendilerinin anlamamış oldukları ve ancak belirsiz bir duygu halinde
hissettikleri gereksinmelerinin en açık, en ussal ifadesi olan fikirlere
nasıl daha yabancı, daha uzak kalabilirlerdi? Yığınların bu devrimci ruh
hali, beslenen yanılsama dağılır dağılmaz ve hayal kırıklığı doğar
doğmaz, hemen hemen her zaman ve genellikle hızla, doğrusu, yerini bir
çöküşe ve hatta karşı doğrultuda tam bir geri dönüşe bırakmıştır. Ama
burada, hiç de yutturmacalar sözkonusu değildi, tersine, büyük
çoğunluğun kendisinin en özgül çıkarlarının, ki, doğrusu, o zaman bu
büyük çoğunluğun, hiç de açıkça farkında olmadığı, ama pratik
gerçekleşme sırasında, apaçıklığın inandırıcılığıyla bu yığınlar için de
zorunlu olarak oldukça açık bir hale gelecek olan çıkarların
gerçekleşmesi sözkonusuydu. Ve eğer, 1850 ilkyazında, Marx'ın üçüncü
makalesinde ortaya koyduğu gibi, 1848 "toplumsal" devriminden çıkan
burjuva cumhuriyetinin gelişmesi, bundan böyle, gerçek iktidarı —üstelik
de kralcı zihniyette olan— büyük burjuvazinin elinde yoğunlaştırdıysa ve
buna karşılık tüm öteki toplumsal sınıfları, küçük-burjuvaziyi olduğu
gibi köylülüğü de proletaryanın çevresinde toplaştırdıysa ve, öyle ki,
ortak zaferde ve zaferden sonra, deneyimin derslerinden yararlanan ve
zorunlu olarak da belirleyici etken onlar değil proletarya olduysa —
burada, bu azınlık devrimini çoğunluğun devrimi haline dönüştürmenin
bütün perspektifleri yok muydu?
Tarih bizi ve benzer düşüncede olanların hepsini haksız
çıkardı. Tarih gösterdi ki, Kıta Avrupası üzerindeki iktisadi gelişme
durumu, o zaman, kapitalist üretimin kaldırılması için henüz yeterince
olgunlaşmamıştır; ve tarih, bunu, 1848'den bu yana bütün Kıtayı kaplamış
olan ve Fransa'da, Avusturya'da, Macaristan'da, Polonya'da ve son olarak
da Rusya'da büyük sanayinin gerçekten kök salmasına yolaçan ve
Almanya'yı da birinci sınıf bir sanayi ülkesi durumuna getiren —bütün
bunları, demek ki 1848 yılında hâlâ büyük bir genişleme kapasitesi olan
kapitalist temel üzerinde yapan— ekonomik devrim ile tanıtladı. Ama,
sınıf ilişkilerine her yerde ilk olarak ışık tutan, manüfaktür
döneminden gelme ve doğu Avrupa'da hatta zanaat loncalarından çıkma bir
sürü ara yaşam biçimini ortadan kaldıran ve böylelikle gerçek bir büyük
sanayi burjuvazisi ve gerçek bir büyük sanayi proletaryası yaratarak
bunları toplumsal gelişmenin ön planında birbirine karşı süren de bu
sanayi devriminin ta kendisidir. Ama yalnız bu andadır ki, İngiltere bir
yana bırakılırsa, 1848'de yalnızca Paris'te ve olsa olsa birkaç büyük
sanayi merkezinde varolan bu iki büyük sınıf arasındaki savaşım, bütün
Avrupa'ya yayıldı ve 1848'de henüz akıldan bile geçmeyen bir yeğinlik
kazandı. O zamanlar, küçük küçük grupların her derde deva, bulanık
incilleri vardı; bugün savaşın sonal amaçlarını kesin bir şekilde
formüle eden Marx'ın genel olarak kabul edilmiş, parlak ve berrak tek
teorisi var; o zamanlar, yörelerine ve ulusallıklarına göre birbirinden
ayrılmış ve bölünmüş olan ve yalnızca ortak acı çekme duygularıyla
birbirlerine bağlanan, azgelişmiş, coşku ile umutsuzluk arasında
bocalayan yığınlar vardı; bugün durmadan ilerleyen, sayısı, örgütlülüğü,
disiplini, öngörüsü ve zafere inancı her gün büyüyen sosyalistlerin tek
uluslararası büyük ordusu var. Bu güçlü proletarya ordusu bile, hâlâ
amaca ulaşmamışsa, zaferi bir tek büyük darbeyle gerçekleştirmek bir
yana, çetin, inatçı bir savaşta mevziden mevziye yavaş yavaş
ilerliyorsa, bu yalnızca, bir kez daha, 1848'de toplumsal dönüşümü bir
çırpıda sağlamanın ne kadar olanaksız olduğunu tanıtlar.
Kralcı-hanedancı iki hizbe bölünmüş olan, ama mali işleri
için her şeyden önce huzur ve güvenlik isteyen bir burjuvazi; onun
karşısında yenilmiş olan, ama gene de bir tehlike olmakta devam eden ve
küçük-burjuvaların ve köylülerin gittikçe daha çok çevresinde
toplandıkları bir proletarya —her şeye karşın hiçbir kesin çözüm
getirmeyecek olan sürekli bir şiddetli patlama tehdidi—, üçüncü,
sözde-demokrat, taht taliplisi Louis Bonaparte'ın coup d'état'sı için
sanki özel olarak hazırlanmış durum işte buydu. Bonaparte, orduyu
kullanarak, 2 Aralık 1851'de bu gergin duruma son verdi, ve böylelikle
Avrupa'ya iç huzuru sağlamış oldu — ama öte yandan yeni bir savaşlar
çağı açarak. Aşağıdan yukarı devrimler dönemi şimdilik sona ermişti;
bunu yukardan aşağı devrimler dönemi izledi.
1851 imparatorluğunun gericiliği, bu çağın proletarya
özlemlerinin olgunlaşmamış olduğunun yeni bir tanıtı oldu. Ama gene bu
gericiliğin kendisi, proletarya özlemlerinin olgunlaşmaktan geri
kalamayacağı koşulları yaratmak zorundaydı. İç huzur, yeni sınai
atılımın tam gelişmesini güvence altına aldı, orduya bir iş bulmak ve
devrimci akımları dışarıya yöneltmek zorunluluğu savaşları doğurdu, bu
savaşlarda Bonaparte, "ulusallık ilkesi"ni üstün kılmak bahanesi ile
Fransa'ya birkaç parça toprak katmaya çalıştı. Onun taklitçisi Bismarck
da Prusya için aynı siyaseti benimsedi; kendi coup d'état'sını, yani
Alman Konfederasyonuna ve Avusturya'ya olduğu kadar Prusya
Konfliktskammer'ine de karşı tepeden inme 1866 Devrimini yaptı. Ama
Avrupa, iki Bonaparte için fazla küçüktü ve tarihin ironisi, Bismarck'ın
Bonaparte'ı devirmesini ve Prusya kralı Wilhelm'in yalnız küçük Alman
imparatorluğunu değil, aynı zamanda Fransız cumhuriyetini kurmasını
istedi. Oysa, genel sonuç, Avrupa'da, Polonya dışında, büyük ulusların
bağımsızlıklarının ve iç birliklerinin fiilen kurulması oldu. Kabul
etmek gerekir ki, bu, göreli olarak, mütevazı sınırlar içerisinde, ama
gene de işçi sınıfının gelişiminin, ulusal karmaşıklıklar yüzünden artık
ciddi engellerle artık karşılaşmadan ilerlemesine yetecek kadar da geniş
ölçekte oldu. 1848 Devriminin mezar kazıcıları, onun vasiyetinin yerine
getiricileri durumuna gelmişlerdi. Ve onların yanıbaşında, 1848'in
kalıtçısı, proletarya, Enternasyonalle, daha şimdiden tehdit ederek
yükseliyordu.
1870-1871 savaşından sonra, Bonaparte sahneden çekilir,
ve Bismarck'ın görevi tamamlanır, öyle ki, o, artık yine sıradan junker
katına inebilir. Ama bu dönemin sonunu belirleyen şey, Komündür.
Thiers'in, sinsice, Paris ulusal muhafızının toplarını çalmaya
kalkışması, başarılı bir ayaklanmaya yolaçtı. Paris'te artık proletarya
devriminden başka bir devrimin olanak-dışı olduğu ortaya çıktı. Zaferden
sonra, iktidar tamamıyla kendiliğinden, hiçbir tartışmaya yer
bırakmayacak biçimde işçi sınıfının eline düştü. Ve, o anda, işçi sınıfı
iktidarının, bizim burada betimlediğimiz dönemden yirmi yıl sonra bile
hâlâ ne kadar olanak-dışı olduğu bir kez daha görülebildi. Bir yandan
Fransa, Paris'in Mac-Mahon'un gülleleri altında kan kaybetmesine seyirci
kalarak onu atlattı, öte yandan, Komün, kendisini ikiye bölen iki taraf
arasındaki, her ikisi de yapılacak işin ne olduğunu bilmeyen blankiciler
(çoğunluk) ile prudoncular (azınlık) arasındaki kısır çekişmelerle
tükenip gitti. 1871'deki zafer armağanı, 1848 baskınından daha fazla
meyve vermedi.
Paris Komünü ile birlikte, militan proletaryanın da
sonunda gömüldüğüne inanıldı. Ama, tam tersine, onun en güçlü yeniden
dirilişi, Komün ve Fransız-Alman Savaşı günlerinden başlar. Eli silah
tutan bütün nüfusun artık ancak milyonlarla sayılan ordularda göreve
alınması ile bütün savaş koşullarının baştan aşağı altüst oluşu, ateşli
silahlar, obüsler ve o zamana kadar görülmemiş bir etkiye sahip
patlayıcı maddeler, bir yandan bonapartist savaşlar dönemine birdenbire
son verdi ve sonucu kesinlikle hesaplanamayacak ve duyulmamış bir
kandökücülük olan bir dünya savaşından başka herhangi bir savaşı
olanak-dışı kılarak, barışçıl bir sınai gelişmeye olanak sağladı. Öte
yandan, askerî harcamalar, geometrik bir artışla çoğaldığından, vergiler
başdöndürücü bir yüksekliğe ulaşarak, en yoksul halk sınıflarını
sosyalizmin kollarına attı. Alsace-Lorraine'in ilhakı, ki çılgınca
silahlanma yarışının dolaysız nedenidir, Fransız ve Alman
burjuvazilerinin birbirlerine karşı şovence duygularını iyice kışkırttı;
her iki ülkenin işçileri için yeni bir birlik bağı oldu. Ve Paris
Komününün yıldönümü, bütün proletaryanın ilk evrensel bayram günü oldu.
1870-1871 savaşı ve Komünün yenilgisi, Marx'ın önceden
söylediği gibi, Avrupa işçi hareketinin ağırlık merkezini, bir zaman
için, Fransa'dan Almanya'ya aktardı. Fransa'da 1871 Mayısının yaralarını
sarmak için doğal olarak yıllar gerekti. Buna karşılık, üstelik havadan
gelen Fransız milyarları ile beslenen sanayinin, sıcak seradaki gibi,
durmadan hızlanan bir ritimle gerçekten geliştiği Almanya'da,
sosyal-demokrasi daha da büyük hızla ve başarıyla büyüyordu. 1866'da
kurumlaşan genel oy sistemini kullanmada Alman işçilerinin gösterdikleri
zeka sayesinde partinin şaşırtıcı büyümesi tartışma götürmez sayılarla
bütün dünyanın gözüne çarpıyordu. 1871'de 102.000; 1874'te 352.000;
1877'de 493.000 sosyal-demokrat oy vardı. Sonra, bu ilerlemenin üst
mercilerce, Sosyalistler Yasası biçiminde, teslim edilmesi geldi; parti,
bir anda şuraya buraya dağıldı, üye sayısı 1881'de 312.000'e düştü. Ama
bu darbe çabucak atlatıldı ve bundan sonra, ancak bu olağanüstü yasanın
baskısı altında, basınsız, legal örgütsüz, dernek kurma ve toplanma
hakkından yoksun olarak hızla genişleme gerçekten başlayacaktır: 1884'te
550.000, 1887'de 763.000, 1890'da 1.427.000 oy. Bunun üzerine devletin
eli felce uğradı. Sosyalistler Yasası yokoldu, sosyalist oyların sayısı
1.787.000'e, kullanılan oyların dörtte-birinden fazlasına yükseldi.
Hükümet ve egemen sınıflar, bütün çarelerini tüketmişlerdi — yararsız,
amaçsız ve başarısız bir biçimde. Gece bekçisinden imparatorluğun
başbakanına kadar yetkililerin —hem de şu horlanan işçilerin elinden!—
kabul etmek zorunda kaldıkları iktidarsızlıklarının elle tutulur
kanıtları milyonlarla sayılıyordu. Artık devletin işi bitikti, işçiler
ise ancak yeni başlıyorlardı.
Ama, Alman işçileri, Sosyalist Parti olarak, en kuvvetli,
en disiplinli ve en çabuk büyüyen parti olarak, yalnızca varlıkları ile
sundukları ilk hizmetten başka, davalarına büyük bir hizmet daha
görmüşlerdi. Bütün ülkelerdeki yoldaşlarına, genel oy sisteminden nasıl
yararlanılacağını göstererek onlara yeni bir silah, en etkili
silahlardan birini vermişlerdi.
Genel oy, uzun zamandan beri Fransa'da vardı, ama
bonapartist hükümetin kötüye kullanımı sonucu saygınlığını yitirmişti.
Komünden sonra, genel oydan yararlanacak bir işçi partisi yoktu. Genel
oy İspanya'da da cumhuriyetten beri vardı, ama İspanya'da seçimleri
boykot, her zaman, bütün ciddi muhalefet partilerinin kuralı oldu.
İsviçre'de genel oy deneyimi, bir işçi partisi için hiç de
yüreklendirici değildi. Latin ülkelerinin devrimci işçileri, oy hakkına,
bir tuzak, hükümetin bir dolap çevirme aracı gibi bakmaya alışmışlardı.
Almanya'da başka türlü oldu. Daha o zaman, Komünist Manifesto, genel oy
hakkının, demokrasinin kazanılmasını, militan proletaryanın en başta
gelen ve en önemli görevlerinden biri olarak ilan etmişti, ve Lassalle
bu noktayı yeniden ele almıştı. Bismarck, halk yığınlarını kendi
tasarılarıyla ilgilendirmenin tek çaresi olarak, kendini bu oy verme
hakkını kurumlaştırmak zorunda gördüğü zaman, bizim işçilerimiz bunu
ciddiye aldılar ve Auguste Bebel'i ilk kurucu Reichstag'a gönderdiler.
Ve o günden sonra da oy hakkını kullandılar, öyle ki, binbir şekilde
bunun ödülünü gördüler ve bu, bütün ülkelerin işçilerine örnek oldu.
Onlar, oy hakkını, Fransız marksist programının sözleri ile, transformé
de moyen de duperie qu'il a été jusqu'ici en instrument d'émencipation.
Eğer genel oy sistemi, bize, her üç yılda bir kendi kendimizi sayma
olanağından; oy sayısının, düzenli bir şekilde denetlenen ve son derece
hızlı artışı ile, işçilerde zafere olan güveni düşmanlarda ise aynı
ölçüde korkuyu artırmaktan ve böylece bizim en iyi propaganda aracımız
olmaktan; bize kendi gücümüz hakkında ve aynı şekilde bütün karşı
partilerin güçleri hakkında tam bilgi vermekten ve böylelikle de bize
kendi eylemimizi gücümüzle orantılı tutmak için bütün ötekilerden üstün
bir ölçüt vermekten ve bu şekilde bizi yersiz bir çekingenlikten olduğu
kadar, yersiz atılganlıktan da korumaktan başka bir yarar sağlamasaydı
da — evet, bizim genel oydan elde ettiğimiz tek kazanç bu olsaydı, gene
yeter de artardı. Ama genel oy, daha fazlasını da yapmıştır. Seçim
ajitasyonu ile, bizden hâlâ uzak duran halk yığınları ile bulundukları
yerlerde temasa geçmek konusunda, bütün partileri, tüm halkın gözü
önünde, bizim saldırılarımıza karşı kendi görüşlerini ve eylemlerini
savunmaya zorlamak konusunda bize öyle bir araç vermiştir ki, bir
benzeri daha yoktur; ve ayrıca, bizim temsilcilerimize, Reichstag'da bir
kürsü sunmuştur ve bizim temsilcilerimiz bu kürsüden parlamentodaki
hasımlarına karşı olduğu kadar, dışarıdaki yığınlara da, basında ve
toplantılarda olduğundan bambaşka bir yetki ile ve bambaşka bir
özgürlükle konuşabilmişlerdir. Seçim ajitasyonu ve sosyalistlerin
Reichstag'daki konuşmaları ile durmaksızın topa tutulan Sosyalistler
Yasasından, hükümete ve burjuvaziye ne hayır gelirdi ki!
Ama, proletarya, genel oy hakkını böyle etkin bir biçimde
kullanarak yepyeni bir savaşım yöntemini işe koşmuştu, ve bu yöntem
çabucak gelişti. Burjuvazinin egemenliğinin örgütlendiği devlet
kuruluşlarının, işçi sınıfına, bu devlet kurumları ile savaşmak için
başkaca olanaklar sağladığı anlaşıldı. Çeşitli Dietlerin, belediye
meclislerinin, patronlarla işçilerden oluşan hakem kurullarının
seçimlerine katılındı, atanmaların saptanmasında proletaryanın yeterli
bir bölümünün de katıldığı her görev üzerinde burjuvazi ile tartışıldı,
çekişildi. Ve böylece, burjuvazi ve hükümet, işçi partisinin illegal
eyleminden çok legal eyleminden, ayaklanmadaki başarılarından çok
seçimlerdeki başarılarından korkar oldular.
Çünkü, bu konuda da savaşım koşulları, ciddi olarak biçim
değiştirmişti. Eski tarzda ayaklanma, 1848'e kadar her yerde belirleyici
olan barikatlarda sokak çatışması, şimdi bir hayli eskimiş, modası
geçmişti.
Bu konuda hayale kapılmayalım: sokak çatışmasında,
başkaldırmanın birliklere karşı zaferi, iki ordu arasındaki bir savaşta
olduğu gibi bir zafer, çok ender bir şeydir. Ama zaten başkaldıranların
bunu hedef almış oldukları durumlar da çok seyrek olmuştur. Onlar için
ancak birlikleri moral bakımdan etkileyerek gevşetmek, zayıflatmak
sözkonusuydu, bu da savaşan iki ülkenin orduları arasındaki savaşımda
hiçbir rol oynamaz ya da pek o kadar büyük bir rol oynamaz. Eğer bu
başarılırsa, birlik savaşmayı reddeder, ya da komutanlar başlarını
kaybederler ve başkaldırı zafer kazanır. Ama eğer bu başarıya ulaşmazsa,
o zaman, sayıca daha az birliklerle bile olsa, donatım, eğitim, tek
merkezden yönetim, silahlı kuvvetlerin sistemli bir biçimde kullanımı ve
disiplin bakımından üstünlük öne çıkar. Bir başkaldırının gerçekten
taktik bir eylemden bekleyebileceği en fazla şey, tek başına bir
barikatın yoluna yordamına göre kurulup savunulmasıdır. Karşılıklı
destek, yedek kuvvetlerin kurulması ve kullanılması, kısacası, büyük bir
kentin bütünü bir yana, bir mahallenin savunulması için bile mutlaka
zorunlu olan ayrı ayrı müfrezeler arasında işbirliği, ancak çok yetersiz
bir biçimde gerçekleştirilecektir ya da hiç gerçekleştirilemeyecektir.
Silahlı kuvvetlerin belirleyici bir nokta üzerinde yoğunlaştırılması
burada elbette sözkonusu değildir. Dolayısıyla pasif direniş egemen olan
savaşım biçimidir; kuvvetlerini toplayarak saldırı, elbette ki, şurada
burada, fırsat düştüğünde, ama gene de ancak çok özel durumlarda,
ilerlemeler ve yandan saldırılar kaydedecektir; ama genel kural olarak
geri çekilmekte olan birliklerin terkettikleri mevzilerin tutulması ile
sınırlı kalacaktır. Buna ek olarak, bir de, ordunun bulunduğu yanda,
toplar vardır, baştan aşağı donatılmış, talim görmüş istihkam
birlikleri, başkaldıranların hemen hemen her zaman tümden yoksun
bulundukları savaş araçları vardır. Büyük bir kahramanlıkla yönetilen
barikat çatışmalarında bile, —Haziran 1848'de Paris'te, Ekim 1848'de
Viyana'da, Mayıs 1849'da Dresden'de— saldırıyı yöneten liderler, siyasal
düşüncelere aldırmadıklarından salt askerî görüş ve gerekçelerle hareket
edince ve erleri de kendilerine bağlı kalınca, sonunda başkaldırının
yenilgiyle sonuçlanmasında, demek ki, şaşılacak bir şey yoktur.
1848'e kadar, başkaldıranların sayısız başarıları çok
çeşitli nedenlerden ileri gelmiştir. Paris'te, 1830 Temmuz ve 1848
Şubatında, İspanya'da sokak çatışmalarının çoğunda olduğu gibi,
başkaldıranlarla askerler arasında bir sivil muhafız örgütü vardı, bu,
ya doğrudan ayaklanmadan yana geçiyordu, ya da kendi oynak kararsız
tutumu ile birlikler içinde de bir kararsızlık yaratıyor, ve
başkaldıranların pazarlık gücünü artırıyordu. Bu sivil muhafızın, daha
işin başında ayaklanmanın karşısına dikildiği yerde, Haziran 1848'de
Paris'te olduğu gibi, ayaklanma yenildi. Berlin'de, 1848'de, kısmen 19
[Mart] gecesi ve sabahı boyunca yeni silahlı güçlerin pek büyük akını
sayesinde, kısmen askerî birliklerin bitkinleşmesi ve iyi yedirilip
içirilmemesi yüzünden, ve ensonu, kısmen komuta kademesinin felce
uğraması sonucu, halk kazandı. Ama her durumda, zafer, birlikler yürü
emrini dinlemedikleri için, askerî liderler karar verme yeteneğini
yitirdiği ya da elleri kolları bağlı kaldığı için kazanıldı.
Demek ki, sokak çatışmalarının klasik döneminde bile,
barikatların, maddi olmaktan çok moral bir etkisi vardı. Barikat,
askerlerin metanetini sarsmanın bir aracıydı. Eğer barikat, askerler
çözülünceye kadar tutunursa zafer elde ediliyordu; yok, tutunamazsa
yenilgi geliyordu. Bu, gelecekteki olası sokak çatışmalarının başarı
şansı incelendiği zaman akılda tutulması gereken başlıca noktadır.
Daha 1849'da bu başarı şansı oldukça düşüktü. Burjuvazi
her yerde hükümetlerden yana geçmişti. "Uygarlık ve mülkiyet"
ayaklanmaya karşı yola çıkan askerleri selamlıyor ve ağırlıyordu.
Barikatlar, büyüsünü yitirmişti; asker, barikatların ardında artık
"halkı" değil, asileri, kışkırtıcıları, yağmacıları, her şeyi
paylaştırmak isteyenleri, toplumun tortusunu görüyordu; subay, zamanla,
sokak çatışmasının taktik biçimlerini öğrenmişti, artık, beklenmedik bir
barikatın üzerine, karşıdan ve kendini gizlemeden yürümüyordu, ama
bahçelerden, avlulardan, evlerden geçerek onu çeviriyordu. Ve biraz
beceri ile, artık onda-dokuz başarılı oluyordu.
Ama o zamandan beri daha birçok şey değişti, ve hepsi de
askerlerin lehine oldu. Büyük kentler önemli ölçüde büyüdüyseler de,
ordular daha da fazla büyüdü. 1848'den beri Paris ve Berlin, o zamanki
durumlarının dört katından daha az, ama garnizonları bundan daha fazla
büyüdü. Bu garnizonlar, demiryolları sayesinde, yirmidört saatte iki
katlarının üstüne çıkabilirler ve kırksekiz saatte dev ordular haline
gelebilirler. Muazzam bir şekilde takviye edilen bu birliklerin
silahları eskisiyle karşılaştırılamayacak denli daha etkilidir. 1848'de
basit horozlu tüfek vardı, şimdi ise küçük kalibreli ve mekanizmalı
tüfek, ilkinden dört kere daha uzağa, on kere daha isabetli ve on kere
daha çabuk ateş ediyor. Eskiden topçunun göreli olarak az etkili
gülleleri ve obüsleri vardı; bugün bir tanesi en iyi barikatı un ufak
etmeye yetecek, çarptığında patlayan havan topu mermileri var. Eskiden,
duvarlar istihkamcıların sivri kazması ile delinirdi, bugün dinamit
lokumları kullanılıyor.
İsyancılar tarafında ise, tersine, bütün koşullar daha da
kötüleşti. Halkın bütün katmanlarının sempatisini toplayacak yeni bir
ayaklanma pek güç olacaktır; sınıf savaşımında, bütün orta katmanlar,
hiçbir zaman, karşı yönde, yani burjuvazinin çevresinde toplanmış gerici
partiyi hemen hemen tamamen ortadan kaldıracak biçimde, yalnızca
proletaryanın çevresinde toplanmayacaklardır kuşkusuz. Şu halde, "halk",
her zaman bölünmüş görünecektir, ve bundan dolayı güçlü bir kaldıraç,
1848'de o kadar yüksek etkinliği olan bir kaldıraç eksik olacaktır.
Askerî hizmetlerini yapmış olanlardan ayaklananlara daha çok savaşçı
katılsa bile, bunları silahlandırmak daha da güç olacaktır. Silahçı
dükkanlarının av ve hobi silahları —polis daha önceden namlu diplerinden
bir parçalarını çıkartıp kullanılmaz hale getirmemiş bile olsa— yakın
çatışmada dahi askerin mekanizmalı tüfeğinin yanında para etmez. 1848'e
kadar insan, barut ve kurşunla kendi cephanesini kendisi yapabilirdi,
bugün her tüfeğin fişeği başkadır, fişeğin her yerde ortak olan bir tek
yönü vardır, o da büyük sanayinin karmaşık bir ürünü oluşu, bu bakımdan
da ex tempore imal edilememesidir; sonuç olarak tüfeklerin çoğu, özel
olarak kendilerine uygun olan cephane bulunmadığı sürece işe yaramazlar.
Son olarak, 1848'den bu yana büyük kentlerde kurulan mahallelerin uzun,
dümdüz ve geniş caddeleri, yeni topların ve yeni tüfeklerin
etkinliklerine uyarlanmış gibidir. Bir barikat çatışması için Berlin'in
kuzey ve doğusundaki yeni işçi semtlerini seçecek bir devrimcinin çılgın
olması gerekirdi.
Bu demek midir ki, gelecekte sokak çatışması hiçbir rol
oynamayacaktır? Hiç de değil. Yalnız şu demektir: 1848'den bu yana
koşullar, sivil savaşçılar için çok daha elverişsiz, birlikler için ise
çok daha elverişli olmuştur. Şu halde bir sokak çatışması, gelecekte,
ancak bu elverişsiz durum başka etmenlerle giderildiği takdirde başarılı
olabilir. Onun için, sokak çatışması, büyük bir devrimin başlarında,
gelişmesi sırasında olduğundan daha seyrek olacaktır ve bu işe daha
büyük kuvvetlerle girişmek gerekecektir. Ama o zaman da bu kuvvetler,
bütün Fransız Devriminde ya da 4 Eylül ve 31 Ekim 1870'de Paris'te
olduğu gibi, kuşkusuz, açık saldırıyı pasif barikat taktiğine yeğ
tutacaklardır.
Okur şimdi anlıyor mu neden yönetici iktidarlar, ille de,
bizi tüfeklerin patladığı, kılıçların şakladığı yere götürmek
istiyorlar? Neden, bugün, yenilmekten daha baştan emin bulunduğumuz
sokağa paldır küldür inmiyoruz diye bizi korkaklıkla karalıyorlar? Neden
ısrarla bir kez olsun kurbanlık koyun gibi ortaya atılmamız için
yalvarıp duruyorlar?
Bu baylar, provokasyonlarını olduğu gibi yalvarılarını da
boşuna ve hiç uğruna harcıyorlar. Biz öyle ahmak değiliz. Onlar, pekala,
gelecek savaşta, düşmanlarından, savaş alanında yaşlı Fritz zamanında
olduğu gibi safa geçmelerini ya da Wagram ve Waterloo biçimi tümen
kolları halinde sıralanmalarını ve bir yandan da, elde çakmaklı tüfek
savaşmalarını isteyebilirler. Koşullar uluslar arası savaş için
değiştiyse, sınıf savaşımı için de en az o kadar değişti. Baskın
saldırıların, bilinçsiz yığınların başında bilinçli bir küçük azınlık
tarafından gerçekleştirilen devrimlerin zamanı geçti. Toplum
örgütlenmesinin tümüyle dönüşümünün sözkonusu olduğu yerde, yığınların
kendilerinin de içinde yeralmaları, neyin sözkonusu olduğunu,
kendilerinin ne için işe karıştıklarını bedenleri ile, ruhları ile,
önceden anlamış olmaları gerekir. İşte son elli yılın tarihinin bize
öğrettiği budur. Ama yığınların ne yapılması gerektiğini anlaması için,
uzun, direşken bir çalışma gereklidir; ve işte şimdi bizim yaptığımız da
bu çalışmadır ve biz, bunu, hasımlarımızı umutsuzluğa düşüren bir başarı
ile yapıyoruz.
Latin ülkelerde de eski taktiği yeniden gözden geçirmek
gerektiği gitgide daha iyi anlaşılmaktadır. Her yerde, Almanların oy
verme hakkından yararlanma ve bizim için ulaşılabilir bütün görevlerin
elegeçirilmesi örneği [hükümetlerin bizi açıkça savaşa kışkırttığı
durumlar dışında] taklit edildi; hazırlıksız saldırı başlatılıvermesi,
her yerde, ikinci plana geçiyor. Yüzyıldan fazla bir zamandır birbirini
izleyen devrimlerle toprağın delik deşik olduğu, hükümet aleyhtarı gizli
komplolarda, başkaldırılarda ya da tüm öteki devrimci eylemlerde payı
olmamış tek bir partinin bulunmadığı Fransa'da; bu yüzden, ordunun,
hükümet için hiç de güvenilir olmadığı ve genellikle koşulların bir
başkaldırı baskını için Almanya'da olduğundan çok daha elverişli olduğu
Fransa'da — Fransa'da bile, sosyalistler, önceden halkın büyük
kitlesini, yani bu durumda köylüleri, kazanmadıkça, kendileri için
sürekli bir zaferin olanaklı olmadığını giderek daha iyi anlıyorlar.
Yavaş giden propaganda çalışması ve parlamenter etkinlik, orada da,
partinin dolaysız görevi olarak kabul edilmiştir. Başarılar da eksik
olmamıştır. Yalnızca bir dizi belediye meclisi elegeçirilmekle
kalınmamıştır; mecliste elli sosyalist yeralmaktadır ve bunlar, daha
şimdiden üç bakanı ve bir cumhurbaşkanını devirmişlerdir. Belçika'da,
işçiler, geçen yıl, oy verme hakkını kopardılar ve seçim bölgelerinin
dörtte-birinde kazandılar. İsviçre'de, İtalya'da, Danimarka'da ve hatta
Bulgaristan ve Romanya'da sosyalistler, parlamentoda temsil ediliyorlar.
Avusturya'da, bütün partiler, ağız birliğiyle, Reichsrat (İmparatorluk
Konseyi) kapıları artık bize kapalı tutulamaz, diyorlar. Biz gireceğiz
oraya, bu kesin, yalnızca hangi kapıdan girileceği konusu üzerinde
çekişiliyor. Ve hatta Rusya'da bile o ünlü Zemski Sobor toplanıyor, genç
Nikola'nın boş yere o kadar şahlanarak direnç gösterdiği bu Ulusal
Mecliste de aynı biçimde temsil edileceğimize, kesinlikle güvenebiliriz.
Açıktır ki, yabancı yoldaşlarımız, bu yüzden, hiçbir
şekilde devrim haklarından vazgeçmiyorlar. Devrim hakkı, sonu sonuna,
tek, gerçek "tarihsel hak" değil midir, soylularının devrimi, 1755'te,
bugün bile hâlâ yürürlükte olan feodalizmin şanlı yazılı onaylanması
"miras antlaşması" ["Erbvergleich"] ile sonuçlanan Mecklenburg da dahil
ayrımsız bütün modern devletlerin dayandığı tek tarihsel hak değil
midir? Devrim hakkı, tüm dünyanın bilincinde, öyle sözgötürmez bir
biçimde yerleşmiştir ki, general von Boguslavski bile, imparatoru
hesabına istediği hükümet darbesi hakkını, yalnız halkın bu hakkına
dayandırmaktadır.
Ama, başka ülkelerde ne olursa olsun, Alman
sosyal-demokrasisinin özel bir durumu vardır ve bu bakımdan da, hiç
değilse kısa vadede özel bir görevi vardır. Alman sosyal-demokrasisinin
sandık başına gönderdiği iki milyon seçmen, onların ardındaki seçmen
olmayan gençler ve kadınlar, uluslararası proletarya ordusunun en
kalabalık, en sıkı örülmüş kitlesini, kesin "vurucu grubunu" oluşturur.
Bu kitle, daha şimdiden, kullanılan oyların dörtte-birinden fazlasını
sağlamıştır; ve kısmi Reichstag seçimlerinin, çeşitli ülkelerin Diet
seçimlerinin, belediye meclisi ve işçi-patron arası hakem kurulları
seçimlerinin gösterdiği gibi durmadan artmaktadır. Bu yığının büyümesi,
tıpkı bir doğal süreç kadar kendiliğinden, o kadar duraksamadan, o kadar
karşı durulmaz bir biçimde ve aynı zamanda o kadar telaşsızca
olmaktadır. Bu büyümeyi engellemek için hükümetin yaptığı bütün
müdahaleler, güçsüzlüğünü ortaya koymuştur. Bugünden iki milyon
ikiyüzelli bin seçmene bel bağlayabiliriz. Eğer bu böyle giderse
yüzyılın sonuna kadar, toplumun orta katmanlarının, küçük-burjuvazinin
ve küçük köylülerin, büyük bölümünü elde ederiz ve ülkenin içinde
belirleyici bir etkinliği olan, bütün öteki güçlerin, ister istemez
karşısında eğilmek zorunda olacağı bir güç haline gelinceye kadar
büyürüz. Bu büyüme temposunu, iktidardaki hükümet sisteminden
kendiliğinden daha güçlü duruma gelinceye kadar sürdürmek, günden güne
güçlenen bu "vurucu grubu" öncü kavgalarıyla yıpratmamak, ama son kesin
an gelinceye kadar hiçbir saldırıya uğratmamak, işte başlıca görevimiz
budur. Yoksa, Almanya'daki dövüşken sosyalist güçlerin sürekli
büyümesini geçici olarak durdurabilecek ve hatta onu bir süre
geriletebilecek bir tek yol vardır, o da, askeri birliklerle büyük çapta
bir çatışma ve 1871'de Paris'te olduğu gibi kan dökülmesidir. Uzun
vadede bunun da üstesinden gelinecektir. Milyonlarla sayılan bir
partiyi, tüfek ateşiyle yeryüzünden silip atmaya, Avrupa ve Amerika'nın
bütün mekanizmalı tüfekleri yetmez. Ne var ki normal gelişme felce
uğrar, "vurucu grup" kritik anda belki de yararlanılamaz durumda olur,
son ve kesin kavga gecikmiş, uzatılmış olur ve daha ağır fedakarlıkları
birlikte getirir.
Dünya tarihinin ironisi her şeyi başaşağı çeviriyor. Biz,
"devrimciler", "yıkıcılar", legal yollarla, illegal yollarla ve kargaşa
ile olduğundan çok daha iyi gelişiyoruz. Kendi kendilerine verdikleri
adla düzen partileri kendi yarattıkları legal koşullar altında yokolup
gidiyorlar. Onlar, Odilon Barrot'un ağzından umutsuzlukla bağırıyorlar:
legalite bize öldürüyor; oysa biz, bu legalite içinde, kaslarımızı
sağlamlaştırıyor, yanaklarımızı pembeleştiriyor ve sonsuz gençliği
soluyoruz. Eğer biz, onları hoşnut etmek için bizi sokak çatışmasına
sürüklemelerine izin verecek kadar sağduyudan yoksun değilsek, en
sonunda, kendileri için artık o kadar ölümcül bir hale gelen bu
legaliteyi gene kendi elleri ile kırmaktan başka yapacak bir şeyleri
kalmayacaktır.
Bu arada, kargaşaya karşı yeni yasalar yapıyorlar. Her
şey yeniden başaşağı çevrildi. Bugünün bu fanatik kargaşa-karşıtları,
dünün kargaşacıları değiller midir sanki? Acaba 1866 iç savaşını biz mi
kışkırttık? Hannover kralını, Hesse elektörünü, Nassau dükünü,
babalarından kalma meşru ülkelerinden biz mi kovduk, bu soydan gelme
ülkeleri biz mi ilhak ettik? Ve, tanrının inayeti ile Alman Bundunun ve
üç tahtın bu yıkıcıları, yıkıcılıktan mı yakınıyorlar? Quis tulerit
Gracchos de seditione querentes? Bismarck'ın hayranlarına, yıkıcılığa
dil uzatma iznini kim verebilir ki?
Bununla birlikte, onlar, gene de devrime karşı yasa
tasarılarını pekala çıkartabilirler, bunları daha da
ağırlaştırabilirler, bütün ceza yasalarını kauçuğa döndürebilirler,
güçsüzlüklerinin yeni bir tanıtını vermekten başka bir şey yapmış
olmayacaklardır. Ciddi bir biçimde sosyal-demokrasiye saldırmaları için
bütün öteki önlemlere de başvurmaları gerekecektir. Onlar, şu anda
yasalara uymakla çok iyi bir iş yapan sosyal-demokrat devrimin, ancak
yasaları çiğnemeden yaşayamayan düzen partisinin çıkaracağı kargaşalıkla
hakkından gelebilirler. Prusyalı bürokrat bay Rössler ve Prusyalı
general bay von Boguslavski, sokak savaşlarına sürüklenme oyununa ne
yazık ki gelmeyen işçileri altedebilmenin belki de hâlâ geçerli tek
yolunun ne olduğunu onlara gösterdiler. Anayasanın çiğnenmesi,
diktatörlük, mutlakiyete dönüş, regis voluntas suprema lex! Demek ki,
biraz yürek gerek baylar, artık yapar gibi yapmak değil, gerçekten
yapmak sözkonusu.
Ama unutmayınız ki, Alman imparatorluğu, bütün küçük
devletler gibi ve genel olarak bütün modern devletler gibi, bir
sözleşmenin ürünüdür; ilkin, prenslerin kendi aralarında yaptıkları
sözleşmenin, ve sonra, prenslerin halkla yaptıkları sözleşmenin. Eğer
taraflardan biri sözleşmeyi bozarsa, bütün sözleşme hükümsüz kalır; ve o
zaman öteki taraf da bağlı sayılmaz, Bismarck'ın 1866'da bize pek güzel
örneğini gösterdiği gibi. Demek ki, eğer siz, imparatorluk anayasasını
çiğnerseniz, sosyal-demokrasi size istediğini yapmakta serbest olur. Ama
sonra ne yapacağını size bugünden söyleyecek değil
Bundan hemen hemen tam onaltı yüzyıl yıl önce Roma
imparatorluğunda da tehlikeli bir devrimci parti ortalığı kasıp
kavuruyordu. Bu parti, dinin ve devletin bütün temellerini oyuyordu;
imparatorun iradesinin en yüce yasa olduğunu açıkça reddediyordu;
vatansızdı, enternasyonaldi; Galya'dan Asya'ya kadar bütün imparatorluğa
yayılıyor, imparatorluğun sınırlarından ötelere taşıyordu. Bu parti,
uzun zaman yeraltında gizli baltalama eyleminde bulunmuştu; ama uzunca
bir süreden beri gün ışığına çıkacak kadar güçlü olduğuna inanıyordu.
Hıristiyan adı altında tanınan bu yıkıcı parti orduda da güçlü bir
biçimde temsil ediliyordu; lejyonlar tümüyle hıristiyandı. Putatapıcı
ulusal dinin resmî törenlerine katılmaları emredildiğinde, yıkıcı
askerler küstahlıklarını zırhlı başlıklarına, protesto ettiklerini
belirten özel işaretler —haçlar— takmaya kadar vardırıyorlardı.
Üstlerinin kışlalarda adet halini alan hır çıkarmaları da bir işe
yaramıyordu. Ordusunda düzenin, itaatin ve disiplinin nasıl
baltalandığını gören imparator Diocletianus artık daha fazla kendini
tutamadı. Hâlâ zaman varken enerjik bir biçimde işe el koydu.
Sosyalistlere-karşı —pardon, hıristiyanlara-karşı demek istiyorum— bir
yasa çıkardı. Yıkıcıların toplantıları yasaklandı, lokalleri kapatıldı
ya da yıkıldı, hıristiyan işaretleri, haç, vb., Saksonya'da kırmızı
mendillerin yasaklandığı gibi yasaklandı. Hıristiyanlar devlet
görevlerinde çalışamaz oldular, askerlikte onbaşı olmalarına bile izin
verilmedi. Bay von Köller'in yıkıcılığa-karşı yasa taslağının varsaydığı
biçimde "bireye saygı" ile eğitilmiş yargıçlar o dönemde olmadığından,
hıristiyanların mahkemelerde adalet arama hakları düpedüz yasaklanmıştı.
Hıristiyanlara özel bu yasa da etkisiz kaldı. Hıristiyanlar, yazılı
yasayı, duvarlardan alay ederek söküp attılar. Dahası var, söylendiğine
göre, İznik'te (Nicomédie) hıristiyanlar, imparatorun oturduğu sarayı
ateşe verdiler. Bunun üzerine imparator, İS 303 yılında hıristiyanlara
karşı büyük kıyım ile öç aldı. Bu, bu cins kıyımların sonuncusu oldu. Ve
o kadar etkili oldu ki, onyedi yıl sonra ordunun büyük çoğunluğu
hıristiyanlardan oluşuyordu ve Roma imparatorluğunun Diocletianus'tan
sonra gelen yeni hükümdarı, papazların Büyük adını taktıkları Konstantin,
hıristiyanlığı devlet dini ilan ediyordu.
Londra, 6 Mart 1895.
FRİEDRİCH ENGELS
Die Neue Zeit'ta (Bd. 2, Nos. 27 ve 28, 1894-95)
kısaltılmış olarak, ve
Karl Marx, Die Klassenkämpfe in Frankreich 1848 bis 1850,
Berlin 1895'te yayınlandı.
|