
KUTSAL AİLE
ALMAN
İDEOLOJİSİ [FEUERBACH]
KAPİTALİZM ÖNCESİ EKONOMİ BİÇİMLERİ
FELSEFE METİNLERİ
KOMÜNİST MANİFESTO VE KOMÜNİZMİN İLKELERİ
GOTHA VE ERFURT PROGRAMLARININ ELEŞTİRİSİ
SÖMÜRGECİLİK ÜZERİNE
ANARŞİZM ÜZERİNE
DİN ÜZERİNE
DOĞU SORUNU [TÜRKİYE]
SEÇME YAZIŞMALAR 1
SEÇME YAZIŞMALAR 2
YAZIN VE SANAT ÜZERİNE 1
YAZIN VE SANAT ÜZERİNE 2
KOMÜNİST PARTİ MANİFESTOSU
BASIN SÖYLEŞİLERİ
SÜRGÜNDEKİ BÜYÜK ADAMLAR
NÜFUS SORUNU VE MALTHUS
SEÇME YAPITLAR
1
SEÇME YAPITLAR 2
SEÇME YAPITLAR 3
KADIN VE AİLE
İŞÇİ SINIFI PARTİSİ ÜZERİNE
|

KARL MARX -
FRİEDRİCH ENGELS
KOMÜNİST MANİFESTO ve KOMÜNİZMİN İLKELERİ
KOMÜNİST MANİFESTO
D. J. STRUIK
"Modern sosyalizmin büyük
kurucusu Karl Marx'ın, ve onunla birlikte benim, ve bizimle birlikte
çalışmış bütün ulusların sosyalistlerinin kırk yıldan uzun bir süredir
izlediğimiz ve her yerde zafere ulaşmış bulunan, ve şu anda Avrupalı
sosyalist yığınların... tek ve aynı bayrak altında, tek ortak ordu olarak
uğrunda savaştıkları [ilk kez Komünist Manifesto'da ortaya konmuş] eylem
çizgisi işte budur."
Engels, "Önsöz",
İngiltere'de Emekçi Sınıfın
Durumu, 1887
"... Bu yapıt, duru ve parlak
bir deha ile yeni bir dünya anlayışını, toplumsal yaşamı da kucaklayan
tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak
diyalektiği, sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın —yeni, komünist
toplumun yaratıcısının— dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar."
Lenin, "Karl Marx", 1914
1
Manifesto dört kesime
ayrılmıştır. "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları
tarihidir" biçimindeki klasik sözlerle başlayan birinci kesim,
burjuvazinin feodal sistemin kalıntıları üzerindeki devrimci yükselişini
olduğu gibi özetlemektedir. Burjuvazi tarafından serbest bırakılan güçlü
üretici güçlerin, nasıl, artık varolan mülkiyet ilişkileri ile
uyuşamayacağı bir düzeye yaklaşmakta olduklarını göstermektedir.
Proletarya, bizzat burjuvazinin yarattığı bu sınıf, modern teknolojinin
güçlerini denetleyebilecek ve daha da geliştirebilecek tek yeni devrimci
sınıftır. Ama burjuvazinin feodal sınıflar karşısındaki zaferinin,
sömürücü bir azınlığın yerini bir başkasının alması demek olmasına
karşılık, sınıf savaşımında proletaryanın zaferi ise, insanın insan
tarafından sömürülmesine son vermek zorundadır.
İkinci kesim, işçi sınıfının
en ileri ve en kararlı kesimi olarak komünistlerin oynadıkları rolü
açıklamaktadır. Bunlar, proleter hareketin devrime doğru giden yolunu
aydınlatan bir teorileri olma üstünlüğüne sahiptirler. Metin,
komünistlerin gerçek amaçlarını açıklığa kavuşturmakta ve kendi
programlarına karşı yöneltilen itirazlara alay yağdırmaktadır.
Üçüncü kesim, mevcut öteki
sosyalist düşünce okulları, gericiler, ütopyacılar ve sahtekarlar sorununu
ele almaktadır. Böylece, komünist ilkeleri bir başka açıdan açıklığa
kavuşturmaktadır. Bu üç kesim, aynı zamanda, devrimci diyalektik, ve
tarihsel materyalizmin toplumsal değişmeye uygulanması konularında bir
derstir.
Artık eskimiş olan ama
tarihsel bir ilgi konusu olmanın hâlâ ötesinde bulunan dördüncü kesim,
komünistlerin öteki radikal demokratik hareketler karşısındaki konumunun
kısa bir açıklamasıdır. Tavır, sekter olmayan bir tavırdır: Gerçek
demokratik bir öze sahip bulunan bütün hareketler desteklenecektir, ama
komünistlerin bir proleter devrime doğru giden itici güç olarak kendi
kimliklerini yitirmemeleri gerekir. İlgi merkezi Almanya üzerindedir,
çünkü bu ülkede yaklaşmakta olan burjuva devrim, bir proleter devrimin
öncüsü olarak görülüyordu. Bu kesimin son sözleri, komünistlerin gizli
tertipçi bir hizip olmayı reddettiklerini ve amaçlarının proleter devrim
olduğunu açıkça söylediklerini ilan etmektedir. "Bütün Ülkelerin İşçileri,
Birleşin!" çağrısı da buna dayanmaktadır.
2
Manifesto'da öne sürülen
düşüncelerin kaynakları konusunda pek çok şey yazılmıştır. Bunlar ne
ölçüde özgündürler? Burada yaptığımız giriş, umarız ki, Marx'ın katkısının
esas niteliğini göstermiştir. Gene de, bütün büyük tarihsel belgelerin
durumunda da olduğu gibi, Manifesto, parlak ve yaratıcı sentezin tümü
Marx'a ait olsa da, kendinden önce yazılmış olanlara pek çok şey
borçludur.
Babeuf'ün mülksüz büyük
çoğunlukla küçük zengin azınlık arasındaki sonal savaşımı, daha önceden
aklından geçirdiği doğrudur. Saint-Simon, toplumdaki ilerleyen gelişmenin
ve bilimin ve teknolojinin etkisinin farkındaydı. Kendisi ve birçok başka
ütopyacı, burjuva toplumun doğasını başarılı bir biçimde tahlil
etmişlerdi. Owen, modern sanayi toplumu ve onun sınıfsal niteliğinden
derinden etkilenmişti. Sınıf çatışması, hem İngiliz sosyalistlerinin, hem
de iktisatçılarının teorilerinin merkeziydi. Fransız tarihçileri, İngiliz
ve Fransız devrimlerini, sınıf savaşımları olarak görmeye çok
yaklaşmışlardı. Blanqui, işçilerin devrimini vaazetmiş ve proletarya
diktatörlüğü anlayışını sezmişti (henüz Manifesto'da bile kullanılmayan
bir terim; bu arada belirtelim ki, burada kapitalizm terimi de
kullanılmamaktadır). Tarihsel materyalizmin öğelerine, o dönemdeki birçok
düşünürün yazılarında raslanabilir. Ama ne bu türden "ödünç almalar", ne
de Marx'ın Hegel'e ve Feuerbach'a olan borcu, Manifesto'nun özgünlüğünden
bir şey yitirtir. Hâlâ canlı oluşunun, ve kendinden önceki bütün
ilmihallerin, iman yeminlerinin ve manifestoların ise unutulmuş
olmalarının nedeni budur.
Marx'ın elinde (Londra
Kongresi konusundaki notlar dışında) Engels'in taslağının, ilmihalinin
bulunduğu da doğrudur. Ama Engels, bu konuda, bütünüyle Marx'a olan
minnettarlığını tekrar tekrar vurgulamıştır.
Birkaç eleştirmen,
Manifesto'nun, Harold Laski'nin deyişiyle, "açıkça, 1843'te yayınlanmış ve
1847'de yeniden basılmış olan Considérant'ın Demokrasi Manifestosu'na pek
çok şey borçlu" olduğunu, ya iddia ya da ima etmiştir. Ötekiler ise
doğrudan çalıntı olduğu iddiasında bile bulunmuşlardır. Eğer bu doğru ise,
1893'e kadar yaşamış olan Considérant'ın buna hiç sahip çıkmamış olması
gariptir. Considérant'ın burjuva topluma yönelttiği suçlamanın, öteki
sosyalistlerinki gibi, hem dokunaklı, hem de etkili olduğunu, ve eğer
toplumun iki sınıf halinde kutuplaşması durdurulmayacak olursa, devrimin
gerçekleşeceğini önceden haber verdiğini teslim etmek gerekir. Ama esas
noktayı, toplumun, üretim biçiminin değişmesiyle birlikte değiştiği
buluşunu atlamıştır. Ayrıca, kendisi, Temmuz monarşisinin spekülasyoncu
mali kapitalizmi altında yaşadığından, çareyi kredi sisteminin yeniden
örgütlenmesinde bulmuştur. Bir ütopyacı olarak kalmıştır; gelecek
konusundaki anlayışı, tarihteki itici güç olarak sınıf savaşımı değil,
insanlığın ussal gelişimi üzerine oturtulmuş sınıfsal uyumdu. Considérant
proleter devrimden korkuyordu, Marx ise sevinçle karşılıyordu. Marx, bütün
proleterleri birleşmeye çağırırken, Considérant şöyle haykırıyordu: "Bizim
davamız Tanrı ve İnsanlık davasıdır; Sancağımız Adaletin, Dünya Barışının
ve Halkların Birliğinin Sancağıdır." Kuşkusuz soylu duygular, ama marksizm
değil. Son zamanlarda bir anti-komünistin "Marx keşke Considérant'dan
alıntı yapmış olsaydı!" diye iç çekmesinde şaşılacak bir şey yoktur.
Marx ve Engels, kendi
öncellerine duydukları minnettarlığı hiçbir zaman yadsımamışlardır.
Engels'in büyük ütopyacılar konusunda nasıl içten şeyler yazdığını
anımsıyoruz. Marx, iktisadi yazılarında, Smith'ten, Ricardo'dan ve öteki
iktisatçılardan, ayrıca Bray'den ve kapitalist toplumun öteki ciddi
eleştirmenlerinden —aynı zamanda bunların yetersizlikleri olarak gördüğü
şeyleri de tahlil ederek ve düzelterek— saygıyla sözetmiştir. Weydemeyer'e
yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda, bu alıntı sorununu bizzat kendisi
açıklığa kavuşturmuştur: "Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne
de onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait.
Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel
gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya
koydular."
Ve bunun ardından da
kendisinin yeni olarak yaptığı şeyleri açıkça belirtmiştir:
"1º sınıfların varlığının,
üretimin gelişimindeki belirli tarihsel aşamalarla ilişkili olduğunu;
"2º sınıf savaşımının zorunlu
olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını;
"3º bu diktatörlüğün,
yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir
geçiş olduğunu göstermekten ibarettir."
Bu sözleri aktaran Lenin, "bu
sözlerde Marx, çarpıcı bir açıklıkla, ilk olarak kendi teorisi ile
burjuvazinin en önde gelen ve en derin düşünürlerinin teorisi arasındaki
başta gelen köklü ayrılıkları; ikinci olarak da, kendi devlet teorisinin
özünü açıklamayı başarmıştır" demektedir.
Bunun ardından Lenin, Marx'ın
öğretisindeki esas noktanın sınıf savaşımı olduğunu söylemenin doğru
olmadığına işaret ediyor. Bu, daha önce burjuvalar ve ütopyacılar
tarafından öğretilmiştir, hatta, genel olarak söylemek gerekirse,
burjuvazi için kabul edilebilir bir şeydir. Marx'ın öğrettiği şey, sınıf
savaşımının kabullenilmesinin proletaryanın diktatörlüğüne dek
genişletilmesi gerektiği idi. Komünist Manifesto'nun öğrettiği en büyük
ders budur, diye yazıyordu.
3
Manifesto'nun tarihsel
öncelleri ne olursa olsun, onu yüzyılı aşkın bir süre içersinde dünya
üzerindeki etkisinin ışığı altında incelemek daha önemlidir. Manifesto'nun
tarihi, gerçekten de, işçi hareketi tarihinin bir parçası haline
gelmiştir. 1848'de ilk çıktığında, ancak çok küçük bir militan grup
tarafından benimsendi, ve coşkuyla karşılandı. Komünist Birliğin tamamı,
Batı ve Orta Avrupa'nın birkaç kentine dağılmış birkaç yüz üyeyi pek
aşmıyordu. Bu belgeyi, çıkartılmış olduğu değişik dillerde, etrafa
dağıttılar. Engels, artık izi bulunamayan 1848 tarihli bir Fransızca
çevirisinden sözetmektedir; hemen hemen aynı sıralarda Londra'da
yayınlanmış Lehçe bir çevirisinin ve Danimarka dilinde yapılmış bir
çevirisinin de sözünü etmektedir. 1850'de Harney, bunun bir İngilizce
çevirisini, "Yurttaş Charles Marx ve Frederic Engels tarafından
yazılmıştır" ibaresiyle yayınladı, yazarlarının adları ilk kez
belirtiliyordu. Ama hareketin, 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra
azalması, Manifesto'nun etkisinin de azalması demekti. Onu "komünist
tertipler" konusunda hazırladıkları bir rapora koyan iki Prusyalı polis
dışında Manifesto yıllarca dikkatlerden uzak kaldı. Mesleki
incelemelerinde Manifesto'dan esinlenebilecek olan burjuva akademisyenler,
onu, açıkça görmezden geldiler. Bakunin'in yaptığı Rusça çevirisinin
İsviçre'de yayınlandığı 1869'a dek, Manifesto konusunda herhangi yeni bir
ilgiye raslamıyoruz.
Manifesto'ya olan ilgi, Paris
Komününden sonra yeniden arttı. Engels'e göre, 1871'de Birleşik
Devletler'de en az üç çevirisi çıktı. Bunlardan birine dayanılarak yapılan
Fransızca bir çevirisi 1872'de yayınlandı. Özgün Almanca metnin, Marx ve
Engels'in yazdıkları bir önsözle birlikte, o yıl yeni bir baskısı da
yapıldı. Artık durmadan büyümekte olan uluslararası işçi hareketi,
sendikaları ve sosyalist partileriyle birlikte, Manifesto'ya karşı aynı
şekilde büyümekte olan bir ilgi uyandırdı. Yeni baskıların ve çevirilerin
sayısı hızla arttı. Biz bunlardan yalnızca Rus marksizminin "babası" G. V.
Plehanov tarafından hazırlanan 1882 tarihli Rusçasını, 1883 üçüncü Almanca
baskısını ve Engels'in ünlü önsözüyle çıkan 1888 İngilizce baskısını
anıyoruz. Artık burjuva akademisyenler de, sonunda, sırf onu yermek için
de olsa, Manifesto'nun farkına varmaya başlamışlardı. O günlerden bu yana
birçok dillerde, tekrar tekrar, milyonlarca adet yayınlanmıştır. İnsanın
dünyayı değiştirme gücüne seslenerek sayısız milyonların yaşamını
böylesine etkilemiş bir başka belge örneği yoktur. Manifesto, toplumu
değiştirmede yol gösterici olmuş ve şimdi üç kıta üzerindeki 14 ülkeye
sosyalizm getirmiştir.
Manifesto, ciddi olduğu kadar
gayrı-ciddi olarak da, yüceltilmiş ve yerilmiş, tahlil edilmiş ve
eleştirilmiştir. En önemli tadilatlar, bizzat Marx ve Engels tarafından
yapılmıştır. Onlar, özeleştirinin, deneyimlerden öğrenmenin ustasıydılar.
Manifesto'nun yayınlanışından hemen sonra, derslerini bizzat devrimin o
zorlu okulunda gördüler. Başlangıçta devrimin izlediği yol, onların daha
önceki tahlillerine uyar gibi gözüktü. Bunu, İngiltere'de çartizmin
çöküşü, Paris'te protestoda bulunan işçilerin Haziran (1848) katliamı,
Alman burjuvazisinin kararsızlığı, Fransız ve Alman gericiliğinin yavaş
yavaş güçlenmesi, çarın Macaristan'a yaptığı askerî müdahale izledi.
Açıktır ki, proleter devrimin zamanı henüz gelmemişti. Komünistler,
burjuva devrim ile proleter devrimin aldığı biçimler arasında çok yüzeysel
bir paralellik kurdular. Generallerin, bir önceki savaşın koşulları ile
düşünme eğiliminde oldukları söylenir. Aynı şekilde devrimciler de, bir
önceki devrimin koşulları ile düşünme eğilimindedirler. Engels bunu
1895'te şöyle ifade ediyordu:
"Şubat Devrimi patlak verdiği
zaman, biz hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama
bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özellikle de Fransız deneyiminin
büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti, 1789'dan bu yana,
bütün Avrupa'nın tarihine hükmetmiş olan Fransa'dan başlamamış mıydı bir
kez daha? Onun için, 1848 Şubatında Paris'te ilan edilen 'toplumsal'
devrimin, proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki
fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması,
doğal ve kaçınılmaz bir şeydi."
Ve şu sonuca varıyordu:
"tarih ... yalnızca bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı,
proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı
altüst etti. 1848'in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiştir..."
Marx, 1848 Devrimi konusunda
1851'de yazılmış son sözlerini söylerken, klasik üslup içersinde,
vargılarına zaten ulaşmış bulunuyordu:
"Burjuva devrimleri, 18.
yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların
dramatik etkisi kendilerini de aşıyor; insanlar ve şeyler, elmasların
parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek,
toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir.
Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin
sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi
öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna
karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan
kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni
baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri
dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve
zavallığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç
almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan
vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam
sonsuzluğu karşısında, boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü
geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar:
'Hic Rhodus, hic salta'."
1848'in ve 1849'un devrim
yıllarında olması gerekenler ile, olanlar konusu, yenilgiye uğramış
devrimciler arasında hararetli tartışmalara yolaçtı. Devrimin tekrar
alevleneceği yolundaki beklentilerinin gerçekleşmemesinden sonra, Marx ve
Engels, 1850'de, devrimci dalganın bir süre için geçmiş olduğu sonucuna
vardılar. Bu dalganın niye geçmiş olduğunu, kapitalizmin kendi
umduklarından niye çok daha güçlü çıktığını (örneğin California'da altın
bulunmasıyla) dikkatle incelemeye başladılar. Hâlâ yeni devrimler
tasarlamakta olan sürgündeki birçok yoldaşlarının bu düşlerini
paylaşmadılar. Durumu dikkatlice tahlil etmeleri, onları, başarısızlığa
mahkum ve özünde blankici nitelikte bir serüvene karşı uyardı. Bu
ayrılıklar, varlığı Kasım 1852'de son bulan Komünist Birliğin ölümünün
nedenleri arasındaydı.
Eleştirmenler, her şey olup
bittikten sonra işi kavramış olmanın getirdiği kasıntılı üstünlükle, Marx
ve Engels'in, proleter devrimin "hemen köşe başında" olduğu yolundaki
1848'deki beklentilerini gülümsemeyle karşılamayı pek severler. Gerçek
şudur ki, kendi zamanlarının kapitalizminde bulunan bütün gizli
olasılıkları Marx ve Engels bile görememişlerdir. Ama her zaman öğrenmeye
istekli, ve her zaman tetikteydiler. Marx ve Engels'in kendi zamanlarında
olmasını bekledikleri şeyler, daha uzun bir zaman dönemi içersinde, ve o
zaman da, daha geniş bir ölçekte gerçekleşmiş oldu. 1847-48'in iktisadi
bakımdan geri Almanya'sının devrimci geleceğine ilişkin beklentileri
gerçekleşmedi, ama genel yaklaşımlarının doğruluğu 1917'nin iktisadi
olarak geri Rusya'sındaki devrimin izlediği yol ile tanıtlandı. Marx ve
Engels'in bu yanılgıları konusunda Lenin'in yazdıklarını buraya aktarmaya
değer:
"Ama böylesine yanılgılar
—bütün dünyanın proletaryasını küçük, basmakalıp ve önemsiz görevlerin
üstüne çıkartmaya çalışan ve çıkaran devrimci düşüncenin devlerinin
yanılgıları— devrimci gururun boşluğu, devrimci savaşımın yararsızlığı ve
karşı-devrimci 'anayasal' kuruntuların çekiciliği konusunda alkış tutan,
yaygara koparan, yalvaran ve nutuk atan resmî liberalizmin bayatlamış
erdeminden bin kez daha soylu ve daha yüce ve tarihsel olarak daha değerli
ve doğrudur..."
1871 Paris Komünü bir başka
ders oldu. Bunun incelenmesi, Marx'ı, 1872'de, Fransa'da İç Savaş
Konusunda Çağrı'da, Manifesto'da şu çok önemli düzeltmeyi yapmaya
yöneltti: "İşçi sınıfı devlet aygıtını olduğu gibi almak ve onu kendi
hesabına işletmekle yetinemez." Aynı çağrıda Marx, mevcut burjuva devletin
tarihinin anahatlarını, "sermayenin emek üzerindeki ulusal bir iktidar,
toplumsal kölelik ereklerine göre örgütlenmiş toplumsal bir güç, bir sınıf
egemenliği aygıtı" olarak saptamakta ve bu söz üzerinde geniş yorumlar
yapmaktadır.
Lenin'den Fidel Castro'ya
kadar bütün başarılı işçi sınıfı devrimcileri, bu dersi öğrenmişlerdir.
Marx, 1875'te yazılmış olan
Gotha Programının Eleştirisi'nde aynı konuya tekrar dönmüştür. Marx'ın
Komünist Manifesto'dan sonra yazmış olduğu en ayrıntılı programatik
açıklama olduğundan ötürü, bu yapıt çok önemlidir.
En önemlisi de, Manifesto'nun
devrimin sonucundan yalnızca "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya"
diye sözetmesine karşılık, Marx, şimdi, daha açık-seçiktir:
"Kapitalist toplum ile
komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer
alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet,
proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."
Bir başka yerde Marx,
geleceğin toplumuna ilişkin olarak birinci evre ve üst evre olarak
yaptığı, ve bizim şimdi "sosyalist" ve "komünist" aşamalar olarak
adlandırdığımız o ünlü ayrımı vermektedir. Birinci aşamadaki toplum,
"kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur;
dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından
çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan
üretici birey olarak —gerekli indirimler yapıldıktan sonra—, topluma
vermiş olduğunun karşılığını alır. ... Eşit hak, ilke olarak, ilke ile
pratik çelişmemekle birlikte, burjuva hukuktan başka bir şey değildir. ...
Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır."
Ama ensonu:
"Komünist toplumun daha
yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa
emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği
zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal
gereksinim haline geldiği zaman; ... ancak o zaman, burjuva hukukun dar
ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu
yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!"
Daha sonra Lenin, Devlet ve
Devrim'inde, Marx'ın bu sözlerini çok parlak bir biçimde yorumlamıştır.
Manifesto'da yapılan son bir
değişiklik, Marx ve Engels'in, bu belgenin 1882 Rusça baskısı için
birlikte yazdıkları önsözde görülebilir. Burada, işçi sınıfının kendisini,
1848'de olduğu gibi, Batı ve Orta Avrupa içine hapsetme zamanının çoktan
geçmiş olduğuna işaret ediyorlardı. Yeni görüşler gerektiren yeni durumlar
çıkmıştı. Özellikle Rusya'ya ve Birleşik Devletler'e değiniyorlardı. Marx
ve Engels, savaşımın artık Batı ve Orta Avrupa ile yetinmeyeceği anın
geldiğini görmeye başlamışlardı — ve "Rus devriminin Batıdaki bir proleter
devrimin habercisi olma" zamanının geldiğini sezinlemişlerdi.
4
Komünist Manifesto, yazılmış
olduğu dönemin siyasal ortamı içersinde anlaşılması gereken tarihsel bir
belgedir. Marx ve Engels, bunun, bazı bakımlardan eskimiş olduğunu daha
1872'de gözlemlemişlerdi. Kapitalist sisteme dev tekellerin egemen
oldukları ve yeryüzünün geniş bir kesiminin kapitalizmden sosyalizme
dönüşmüş olduğu bugün ise, Manifesto'nun ancak en genel hatları ile
önceden görebileceği durumlar doğmuştur. Öyleyse Manifesto'nun kalıcı
yaşamsallığını koruması nedendir? Yüzyılı aşkın varlığı boyunca nasıl olup
da ayakta kalabilmiştir?
Marx ve Engels, 1872'de,
Manifesto'da ortaya konmuş bulunan genel ilkelerin, tüm olarak, o gün de,
yazılmış oldukları zamanki kadar doğru olduklarından emindiler. Engels,
Marx'ın ölümünden sonra, bu düşünceye bağlı kaldı, çünkü tersi durumda
Manifesto'nun birçok çevirilerine ve yeni basımlarına hiçbir zaman razı
olmazdı. Öyleyse bu genel ilkeler nelerdir?
Birincisi, yöntemi
söylemeliyiz: tarihsel materyalizm. Bu, kapitalizmin ve kökenlerinin ve
proleter kurtuluşu gerçekleştirebilecek yolların tahlilinin teorik
temelini oluşturur. Bunun ilkeleri açıkça belirtilmiştir ve Marx ve
Engels'in 1848-49'da Neue Rheinische Zeitung'daki makaleleri, ve Fransa ve
Almanya'dan 1848-51 dönemindeki sınıf savaşımları konusundaki incelemeleri
ile başlayan daha sonraki incelemeleri, bize bu yöntemin gücü konusunda
çok parlak örnekler vermiştir. Tarihsel materyalizmin temelinde yatan
ilkeler, bugün, yalnızca tüm yeryüzü yuvarlağı üzerinde militan işçi
partileri içersinde örgütlenmiş milyonların teorik ve pratik çalışmalarına
yön vermekle kalmıyor, durmadan genişleyen akademik çevrelerce de
benimseniyor.
İkincisi, Manifesto'da, tüm
tarihin sınıf savaşımlarının tarihi olduğu sözünü buluyoruz. Bunun
geçmişin bazı dönemlerine uygulanmasında tartışmalı noktalar hâlâ
bulunabilir — örneğin daha fazla araştırmayı gerektirebilecek olan
Haçlılar. Ama şimdiki dönem konusunda hiçbir kuşku yoktur. Şimdi bütün
yaşamımıza egemen olan sınıf savaşımıdır. Soğuk savaş, alevlendirdiği bir
yığın sıcak savaşla birlikte, dünya boyutlarına vardırılan sınıf
savaşımından başka nedir ki?
Üçüncüsü, Manifesto,
kapitalizmin doğasını açıklamaktadır: meta üretimi, üretim araçları
üzerinde özel mülkiyet, ücretli işçiler, genişleyen pazarlar ve eski
adetlerin ve kültürlerin devrimci bir biçimde yıkılması. Sınıf savaşımı
kapitalizmin iliklerine işlemiştir, ve sonuçta, onun yıkılmasına ve yerini
sosyalist bir düzenin almasına yolaçan da bu sınıf savaşımıdır.
Dördüncüsü, böylelikle,
sosyalizmin zorunluluğuna ve tarihsel kaçınılmazlığına varıyoruz.
Kapitalizm, teknolojideki bütün ilerlemelere karşın, yoksulluğa ve
güvensizliğe, ya da her ikisine birden sonsuza dek katlanmak istemeyen
sınıfı yaratır. Kapitalizm, sosyalizmi kurmak zorunda olan ve kurma
yeteneğine sahip bulunan militan bir işçi sınıfı yaratır. Marx ve
Engels'in, modern işçi sınıfının, İngiltere dışında, hâlâ emekleme
döneminde olduğu bir sırada sahip olduğu görüş, bugün yeryüzünün geniş bir
kesiminde gerçekleşmiştir. Soğuk savaş, bu görüşün daha da gerçeklik
kazanmasını engellemek üzere, egemen kapitalist sınıf tarafından
girişilmiş umutsuz bir çabadır.
Manifesto'nun değinilmeye ve
incelenmeye değer başka yönleri de vardır. Sekterlikten yoksun oluşunun bu
yönler arasında olduğunu düşünüyoruz. "Devrimci" bir nitelik taşısa bile,
derinlikten yoksun laf kalabalığı konusundaki sert eleştirisi ile,
açık-seçik teorik ve siyasal programına karşın, ya da daha doğrusu, bu
yüzden, ister küçük ister büyük olsun, gerçekten demokratik bir nitelik
taşıyan her türlü eylemin desteklenmesini istemektedir. Kaderciliği
reddedişinin de bu yönlerden biri olduğunu düşünüyoruz: sosyalizm
kaçınılmazdır, ama salt işçi sınıfı onu istemek zorunda kalacağı için
böyledir. Bir başka deyişle, proletaryanın eylemci zihniyetini yaratan,
kapitalizmin kendisidir: Marx, bir keresinde, insanın doğayı değiştirmekle
kendisini değiştirdiğini yazmıştı. Aynı şey, toplumsal yapıyı değiştirmesi
için de geçerlidir.
Son olarak, marksist
ilkelerce yönlendirilen işçi sınıfı partilerinin rolü vardır. Bunların
görevi, çalışan yığınların kurtuluş hareketlerine önderlik etmektir.
1847-52'de Komünist Birlikleri ancak birkaç yüz üyeye sahip olan Marx ve
Engels'in görüşleri, burada da gene yığınsal ölçekte bir gerçeklik
kazanmıştır. Hiçbir yerde sosyalizm, marksist işçi partilerinin önderliği
olmaksızın kurulmamıştır, ve bu türden partiler en çok çalışan yığınların
ya da bir başka deyişle Manifesto'nun en köklü isteklerini dile
getirebildikleri yerlerde —tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı çıkarlara
sahip olmadıkları yerlerde— başarılı olmuşlardır.
5
Sık sık tartışılan bir nokta,
Manifesto'nun ulusçuluğu ele alış biçimidir. İşçilerin anavatanları
olmadığı yolunda İkinci Kesimde yer alan sözler, birçok kişiye, fiilî
durum açısından, ya da hiç değilse durumun bugüne kadar gösterdiği
gelişmeler bakımından, büyük bir yanılgı olarak gözükmektedir. Bu,
Weitling'in ve o günlerin öteki sosyalistlerinin savundukları şeylere
verilmiş gereksiz bir ödün olarak görünmektedir. Sık sık olduğu gibi, tek
başına alınan bir söz, yanıltıcı olabilir.
Bu sözlerle ifade edilen
duygunun, işçi sınıfının tarihi boyunca yaşadığı doğrudur (örneğin bu,
IWW'de çok güçlüydü; ve bugün de birçok Kara militan arasında yaygındır).
Modern kapitalizmin vahşi ormanına sürüklenen işçi, ulusal, çoğu kez de
bölgesel özelliklerini yitirir. Köylü, eski-tip zanaatçı, eltezgahı
dokuyucusu, küçük demirhanelerdeki işçi, küçük kentli — bunların hepsinin
içinde doğdukları ve büyüdükleri bölgeye karşı özel bir bağlılıkları
vardır. Fabrikalara ve madenlere itildiklerinde, acımasızca
sömürüldüklerinde, maruz kaldıkları aşırı yabancılaşma sürecinin bir
parçası olarak, yerel, hatta ulusal özelliklerini yitirirler. Alman
İdeolojisi'nin dediği gibi:
"... her ulusun burjuvazisi,
hâlâ özel ulusal çıkarlarını korumaktaysa da, büyük sanayi, bütün
uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için ulusallığın çoktan
yok olduğu bir sınıf, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda
ona karşı çıkan bir sınıf yarattı."
Ama Manifesto, işi burada
bırakmıyor. Ulusçuluğu tarihsel bir olgu olarak görüyor. Feodal beyler
tarafından ezilen bir sınıf olan burjuvazi, egemen sınıf olmak üzere
kurtuluşu sırasında, kendi sınıf çıkarlarının yönetimi için, ulusal
devleti yaratır. Burjuva ulusçuluk anlayışı işte böyle varolur. Ama işçi
sınıfının kurtuluşu için verdiği savaşım içinde, ulusçuluğun yeni bir
biçimi ortaya çıkar. Manifesto, savaşımı sırasında, proletaryanın, "ulusun
önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğunu"
söylemektedir, "kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva
anlamında değil." Böylece, Manifesto, işçi sınıfının savaşımını zorunlu
olarak ulusal çerçevesi içersinde görmektedir, ve bu savaşım içersinde,
proletarya, yeni bir ulusa mensup oluş duygusuna ulaşır. Bu, öteki
halkların ezilmesinin temelini hazırlayan burjuva ulusçuluktan çok
farklıdır. Proleter ulusal konum, bütün ülkelerin proleterlerini
birleşmeye çağıran proleter enternasyonalizminin öteki yüzüdür. Bu ilişki
diyalektiktir.
Manifesto'nun bir başka
yerinde, Marx ve Engels, aynı düşünceyi bir başka biçimde ifade
etmektedirler: "Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın
burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin
proletaryası, kuşkusuz, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle
hesaplaşmalıdır." Daha sonra, Almanya'daki işçi hareketini dar ulusal
açıdan kavrıyor olarak gördüğü Lassalle'ı eleştirirken, Marx, "biçim
olarak" sözcüğünü vurgulamıştır. Kendisine ve Engels'e göre, işçi sınıfı
hareketinin özü, uluslararası yandı.
Marx ve Engels, işçileri
aldatmak ve onları kendi amaçları için kullanmak için yurtseverce sözler
kullanan burjuvazinin ulusçuluğundan yalnızca nefret ettiklerinden ötürü
değil, işçi sınıfının savaşımının değişik ülkelerdeki işçilerin karşılıklı
desteği üzerine dayandırılması gerektiğinden ötürü de, esas olarak
enternasyonalisttiler.
Marx ve Engels'e göre, ulusal
savaşıma, her zaman, işçilerin sınıf savaşımları açısından bakılmalıydı.
Örneğin Polonyalıların özgürlük savaşımı karşısında onların tutumunu
belirleyen buydu. Ortada Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından ezilen bir
halk vardı. 1830'da, ve gene 1846'da başkaldırmıştı. Polonyalılar,
kendilerini ezenlere —ki, çar bunların başını çekiyordu— karşı
giriştikleri yiğitçe savaşımda, bütün dünyada demokratların sempatisini
kazanmışlardı.
Marx ve Engels, Polonya
başkaldırısını ta baştan desteklediler, özellikle onun sol, demokratik
kanadını. Bu kanat sosyalist değildi; bir köylü ülkesinde bu kanadın
amacı, ancak köylünün serflikten kurtulması ve Polonya ulusunun
bağımsızlığı olabilirdi. Ama Marx ve Engels, bu savaşımı, uluslararası
konumu içersinde, çarlık ve Prusya gericiliğini ciddi bir biçimde
zayıflatma çabası olarak da gördüler. Böylece, Kasım 1847'de, Londra'da,
1830 Polonya başkaldırısının anısına düzenlenen bir toplantıda, bir Alman
olarak konuşması istenilen Engels, düşüncelerini şöyle ifade ediyordu:
"Biz Alman demokratlarının,
Polonya'nın kurtuluşunda özel bir çıkarımız var. Polonya'nın
parçalanmasından yararlananlar Alman prensleriydi; şimdi bile Galiçya'yı
ve Posen'i baskı altında tutan askerler de Alman'dırlar. Biz Almanlar,
özellikle biz Alman demokratlar, bu lekeyi ulusumuzdan silip atmakla
özellikle ilgilenmeliyiz. Bir ulus, aynı zamanda başka ulusları ezmeyi
sürdürerek özgür olamaz."
Engels, Polonyalılar
kurtulmadıkça Almanya'nın kurtuluşunun gerçekleşemeyeceğini vurgulamayı
sürdürmüştür. Burada, Engels'i, tıpkı şu anda Vietnam savaşının utancını
kişisel bir aşağılanma olarak hisseden birçok Amerikalı gibi, ülkesinin
utancını kendi utancı olarak hisseden bir Alman yurtseveri olarak
görüyoruz. Ama Engels'in yurtseverliği demokratik enternasyonalizminin
ayrılmaz bir parçasıydı.
Komünist Birlik içersinde,
birkaç ulustan gelen ve ayrı dillere sahip işçiler, ortak bir dava altında
birleşmişlerdi — ve bu, sosyalizmde yeni bir olguydu. Onların
enternasyonalizmlerinin, bugün olduğu kadar o gün de varolan burjuva
kozmopolitizmle hiçbir ortak yanı yoktu. Bugünkü uluslararası
jet-sosyetenin "ruhu", o günlerde, serbest ticaretçi çevrelerde, ve
hegelci Olimpus'larından "eskimiş" ulus kavramlarına tepeden bakan bazı
"hakiki-sosyalistler" türünden belirli aydınlar arasında yaşıyordu. Marx
ve Engels ise, tersine, kurtuluş uğruna verilen ulusal savaşımların
öneminin çok iyi farkındaydılar.
1845'te Harney'in ve
Weitling'in birer konuşma yapmış oldukları birçok ulusun Londra'daki o
toplantısı konusunda verdiği haber-yorumda, Engels, özellikle Almanya'daki
"hakiki-sosyalist" okurlarına sesleniyordu:
"Uluslar bizi ne ilgilendirir
ki? Fransız Cumhuriyeti bizi ne ilgilendirir ki?
"Ağır ol, sevgili Almanya.
Uluslar ve Fransız cumhuriyeti bizi çok fazla ilgilendirir. Eski ilkel
ulusal bencilliğe ve serbest ticaretin ikiyüzlü kişisel bencil
kozmopolitizmine karşı, aşırı —proleter— parti tarafından her yerde
gerçekleştirilmekte olan ulusların kardeşleşmesi, hakiki sosyalizm
konusundaki Alman teorilerinin tümünden daha değerlidir."
Aynı ilkeler, Marx ve
Engels'in İrlanda'nın kurtuluşuna karşı olan tutumlarını belirlemiştir.
İrlandalıların çoğu, çoğunlukla İngiliz olan toprakbeyleri tarafından
yüzyıllardan beri sömürülmeleri yüzünden, rezil ve yoksulluk içinde
yaşıyorlardı — patates kıtlığı yüzünden o sıra daha da şiddetlenmiş olan
bir durum. İrlandalı işçiler İngiliz emek pazarlarını doldurup
taşırıyorlar ve işverenler onlardan, ücreti düşürmek —böylelikle, her
ikisinin de zararına olarak, İngiliz işçiyi İrlandalı işçiye karşı
çıkarmak— için yararlanıyorlardı.
İrlanda'nın, İngiltere'nin bu
en eski sömürgesinin, kurtuluşunun İngiliz işçilerinin kurtuluşu için
zorunlu olduğu açıktı. İrlanda'nın kurtuluşu çok büyük bir önem taşıyordu
ve öyle kaldı, ve 1870'te Marx'ı bunu şöyle ifade etmeye götürdü: "Bir
başka halkı köleleştiren bir halk, kendi zincirlerini döver." Bu yüzden,
Marx ve Engels, İngiliz ve İrlandalı işçilerin çartist hareket içersindeki
büyüyen dayanışmalarını selamlamışlardır:
"İrlanda halkı ile Büyük
Britanya halkı arasında yakın bir ittifakı nihayet sağlamak üzere İngiliz
çartistlerinin geniş çoğunluğu tarafından atılan adımları aynı şekilde
büyük sevinçle karşıladık. İrlanda halkını, her iki ülkeyi ezenler ile,
İngiltere'nin ezilen sınıflarını tek bir ortak nefret içersinde
birbirlerine karıştırmaya iten önyargıları kırma olasılığının, şimdi her
zamankinden daha çok olduğunu gördük."
Bu sözleri, 13 Şubat 1848'de
Kardeş Demokratlara gönderilmiş ve aralarında Marx'ın da bulunduğu üç
Brükselli tarafından imzalanmış bir çağrıda buluyoruz. Ve bundan kısa süre
önce Engels La Reformé'da "iki ada halkları arasındaki bu ortak
ittifakın", "İngiliz demokrasisinin ileriye doğru daha hızlı ilerlemesi ve
yoksulluğa batmış İrlanda'nın nihayet kurtuluşa doğru ciddi bir adım
atması" sonucunu vereceğini yazmıştı.
Demek ki, Marx ve Engels'in
demokratik enternasyonalizmlerine ilişkin olarak, zamanlarının çeşitli
ulusal hareketleri karşısında takındıkları tutum, her ülkenin çalışan
kitlelerinin —işçilerinin ve köylülerinin— sınıf savaşımlarındaki
gereksinmeleriyle belirleniyordu. Ne sevgi sloganları, ve ne de eşitlikçi
çağrılar, burada bir işe yarayabilirdi: her ulusal savaşım, kendi tarihsel
sınıf konumu içinde görülmeli ve buna göre yargılanmalıydı. Aynı zamanda,
ezen ülkenin —Rusya'nın, Prusya'nın ya da İngiltere'nin— çalışan
kitlelerinin oynadıkları rol ile, ezilen ülkeninkiler —Polonya, İtalya, ya
da İrlanda— arasında açık bir ayrım yapılmalıydı. Ulusal baskı sürdüğü
sürece, hiçbir ülkenin işçi sınıfı kendisini kurtaramazdı.
Mevcut somut durumun
değerlendirilmesine dayanan böyle bir tutum, değerlendirmede yapılan
hatalardan etkilenebilirdi; ve bu, her zaman, şimdi artık bize doğru gelen
tutum almalara yolaçmamıştır. Buna bir örnek, Engels'in Birleşik
Devletler'in 1846-48'de Meksika'ya karşı girişmiş olduğu istila savaşımı
—Birleşik Devletler'deki en ilerici unsurlardan bazıları da dahil olmak
üzere, birçok Amerikalının karşı çıkmış olduğu bir savaşı— onaylayışıdır.
Engels'e göre, bu savaş, geri Meksika'ya —olsa olsa İngiltere'ye kul olmak
yerine— o sıra dünyadaki en demokratik ülke olan Birleşik Devletler'in
vesayeti altında ileriye doğru giden tarihsel sürece katılma olanağı
vermiştir. Bundan, o sıra, yalnızca burjuvazinin kârlı çıkacağını elbette
görmüştü; ama 1848'de, Marx ve Engels, işçi sınıfının zaferine ancak
burjuvazinin zaferinin yolaçabileceğini düşünüyorlardı. Daha sonraki
çalışmalarında, bu görüşü, çeşitli tarihsel ortamlar içersinde eleştirici
bir biçimde sınayacaklardır. Marx ve Engels, Weitling ve Proudhon
gibilerinin tersine, her zaman öğrenmekteydiler.
Yaşamlarının daha sonraki
yıllarında, Manifesto'nun bazı kesimlerini eskimiş olarak
nitelendirmelerinin nedenlerinden biri de bu olabilir. Manifesto'da,
kapitalist toplumun gösterdiği uluslararası yayılma, dünya pazarının
açılması, üretimdeki büyüyen tekdüzelik yüzünden ulusal farklılıkların ve
karşıtlıkların azalmakta olduğu şeklinde ifade edilen inançları üzerinde
de düşünmüş olabilirler. Ama öğrenmeye ve kendi kendilerini düzeltmeye
istekli oluşlarıyla, Engels'in 1870 Fransız-Prusya savaşına eşlik eden
"yurtseverlik isterisi"nden Bismarck'ın yararlanma biçimini tahlil ederken
yaptığı gibi, ulusçuluktaki büyümeyi ve bunun işçi hareketi üzerindeki
etkisini farketmişlerdir.
Manifesto'nun daha sonraki
önsözlerinde yer alan açıklamalara da başvurabiliriz, örneğin Engels'in
1893 İtalyanca baskıya yazdığı "Önsöz"e: "Her ülkenin özerkliği ve birliği
sağlanmadıkça, proletaryanın uluslararası birliğini ya da bu ulusların
ortak amaçlara doğru barışçı ve akılcı bir işbirliğini gerçekleştirmek
olanaksız olacaktır."
Ulusal hareketler karşısında
aldıkları tutumda da, Marx ve Engels, geleceği çok iyi görmüşlerdir. Ama,
genel ulusçuluk dönemlerinde bile her zaman canlı olan proletarya
enternasyonalizminin, dünyanın çalışan yığınlarını birleştirecek bağ
olduğu gerçeğini hiçbir zaman gözden kaçırmamışlardır.
6
Manifesto'nun coşkun
güncelliği, esas olarak kapitalizmin ve onun ortadan kalkıp yerini
sosyalizmin alışına yolaçan güçlerin —kapitalizmin kendisinin var ettiği
güçlerin— niteliğini tahlil edişinde yatmaktadır. Kapitalist sistemin
bugünkü sürekli bunalımı, sosyalist dünyanın varlığı ve ulusal kurtuluş
savaşımları, Manifesto'nun esas tezlerinin temelde doğru oluşunun canlı
tanıtlarıdır. Burjuvazi, kendi mezar kazıcılarını gerçekten yaratmış ve
hâlâ da yaratmaktadır. Aynı zamanda Labriola ile birlikte şunu da
söylemeliyiz ki, hiçbir cenaze söylevi böylesine bir tantanayla
yazılmamıştır.
Manifesto'nun güncelliği o
denli inandırıcı duruma gelmiştir ki, üniversitelerimizin narin
gençliğinin, uzun bir süre akademik yetkililerin babaca ilgisi ile, bu
belgenin incelenmesinden korunmuş olduğu Birleşik Devletler'de bile,
Manifesto, birçok yerde, artık olağan müfredat programının bir parçası
haline gelmiştir. Sonuç, Manifesto'nun, bazıları aydınlatıcı, bazıları
kafa karıştırıcı, ya da daha kötü girişlerin eşliğinde, akademik amaçlı
yayın sağnağı olmuştur. Yararlı ve bazan da eğlenceli bir alıştırma
olarak, bunların incelenmesini okurlarımıza salık verebiliriz.
Ne var ki, akademik
eleştirilerdeki bir nokta, bir an için ele alınmaya değerdir. Bu, Marx'ın
yönteminin "ekonomik determinizm" olarak nitelendirilmesidir. Marx, ne
ekonomik, ne de başka türden bir determinist değildi. Marx'a göre insan,
kendi özgür iradesine göre hareket eder, ama tarihsel olarak belirlenmiş
koşullar altında. Demek ki, marksizm determinizmin rolünü kabul eder, ama
determinizmle diyalektik bir bağı olan indeterminizmi de. Doğa konusunda,
toplum konusunda, psikoloji konusunda, tarih konusunda, törebilim
konusunda ne denli çok şey bilirsek bu ilişkiyi o denli daha iyi tahlil
edebiliriz. "Gerçek çelişkileri çözme yöntemi" diye yazıyor Marx
Kapital'de, "içersinde hareket edebilecekleri biçimi yaratmaktır."
Manifesto, determinizm ve özgür irade, ulusçuluk ve enternasyonalizm,
kapitalizm ve sosyalizm gibi çelişkilerin tarihsel süreç içersinde nasıl
çözüldüklerini öğretmektedir.
Zaman zaman, Manifesto'nun
son iki kesiminin onarılamayacak kadar eskimiş olduğunu duyarız. Dar bir
tarihsel bakış açısından bu doğru olabilir. Artık "hakiki
sosyalistler"den, furyecilerden ya da çartistlerden sözedildiğini
duymuyoruz. Ama, daha geniş anlamıyla alındığında, bu kesimler ilk bakışta
göründüğü kadar eskimiş değillerdir. Öyle görünüyor ki, bugünün Solu,
Yenisi de, Eskisi de, Manifesto'nun kendisine yararak yolaçtığı vahşi
orman içersindeki kafası karışık radikalizmin çeşitli biçimlerinin
eleştirisinden hâlâ yararlanabilir. Ütopyacılarımız, küçük-burjuva
sosyalistlerimiz, kurtarıcılarımız ve coşkucularımız, sosyalizme ve
kardeşliğe sınıf savaşımı olmaksızın ve topluma egemen olan yasaları
sistematik olarak incelemeksizin ulaşabileceklerini uman erkek ve
kadınlarımız, her biri modern biçimleri içersinde, hâlâ aramızda
bulunmaktadırlar. Sosyalizm için verilen savaşımda, aydınlara, işçi
sınıfının üzerinde öncelik tanıyan "hakiki sosyalist" tiplerin ve
"eleştirel eleştiriciler"in sözde-felsefelerinden ve laf kalabalığından
bol miktarda var. Ve Manifesto'nun son kesimi, birçok solun, temel
günahlarından birine, birliğin esas olduğu yerde birleştirmekten çok,
bölen sekterlik günahına karşı uyarıda bulunmaktadır.
Demek ki, Manifesto, insanın
insan tarafından sömürülmesinden arınmış bir dünya için verilen savaşımda,
yeni kuşaklara düşünce berraklığı ve eylem arzusu esinlendirerek yaşıyor.
1848'in hayaleti, dünya ölçüsünde meydan okuyuşunu koruyarak, ete kemiğe
bürünmüş ve görkemli bir gerçeklik haline gelmiştir. Eski ve sözümona "hür
dünya"nın güçleri, bu meydan okuyucuyu defetmek üzere içine girdikleri
kutsal ittifakı sürdürüyorlar: Papa ile Başkan, Franko ile Sato, Güney
Afrika ırkçıları ile Amerikan CIA'sı. Muhalefetteki partiler iktidardaki
hasımları tarafından hâlâ komünist olmakla suçlanıyorlar, ve bu lekeleyici
suçlamayı hasımlarına gerisin geriye fırlatanlar hiç de az değildir. Ama
Manifesto, bir zamanlar yalnızca birkaç ülkedeki yüzler adına konuşuyordu,
şimdi ise bütün kıtalarda milyonların sesidir.
|