MARX-ENGELS  KİTAPLARI

 

KUTSAL AİLE

ALMAN İDEOLOJİSİ [FEUERBACH]

KAPİTALİZM ÖNCESİ EKONOMİ BİÇİMLERİ

FELSEFE METİNLERİ

KOMÜNİST MANİFESTO VE KOMÜNİZMİN İLKELERİ

GOTHA VE ERFURT PROGRAMLARININ ELEŞTİRİSİ

SÖMÜRGECİLİK ÜZERİNE

ANARŞİZM ÜZERİNE

DİN ÜZERİNE

DOĞU SORUNU [TÜRKİYE]

SEÇME YAZIŞMALAR 1

SEÇME YAZIŞMALAR 2

YAZIN VE SANAT ÜZERİNE 1

YAZIN VE SANAT ÜZERİNE 2

KOMÜNİST PARTİ MANİFESTOSU

BASIN SÖYLEŞİLERİ

SÜRGÜNDEKİ BÜYÜK ADAMLAR

NÜFUS SORUNU VE MALTHUS

SEÇME YAPITLAR 1

SEÇME YAPITLAR 2

SEÇME YAPITLAR 3

KADIN VE AİLE

İŞÇİ SINIFI PARTİSİ ÜZERİNE

 


KARL MARX - FRİEDRİCH ENGELS


KOMÜNİST MANİFESTO ve KOMÜNİZMİN İLKELERİ


 

KOMÜNİST MANİFESTO

 

D. J. STRUIK

 

"Modern sosyalizmin büyük kurucusu Karl Marx'ın, ve onunla birlikte benim, ve bizimle birlikte çalışmış bütün ulusların sosyalistlerinin kırk yıldan uzun bir süredir izlediğimiz ve her yerde zafere ulaşmış bulunan, ve şu anda Avrupalı sosyalist yığınların... tek ve aynı bayrak altında, tek ortak ordu olarak uğrunda savaştıkları [ilk kez Komünist Manifesto'da ortaya konmuş] eylem çizgisi işte budur."

Engels, "Önsöz",

İngiltere'de Emekçi Sınıfın Durumu, 1887

 

"... Bu yapıt, duru ve parlak bir deha ile yeni bir dünya anlayışını, toplumsal yaşamı da kucaklayan tutarlı bir materyalizmi; en geniş ve en derin gelişim öğretisi olarak diyalektiği, sınıf savaşımının kuramını ve proletaryanın —yeni, komünist toplumun yaratıcısının— dünya tarihindeki devrimci rolünü açıklar."

Lenin, "Karl Marx", 1914

 

1

 

Manifesto dört kesime ayrılmıştır. "Şimdiye kadarki bütün toplumların tarihi, sınıf savaşımları tarihidir" biçimindeki klasik sözlerle başlayan birinci kesim, burjuvazinin feodal sistemin kalıntıları üzerindeki devrimci yükselişini olduğu gibi özetlemektedir. Burjuvazi tarafından serbest bırakılan güçlü üretici güçlerin, nasıl, artık varolan mülkiyet ilişkileri ile uyuşamayacağı bir düzeye yaklaşmakta olduklarını göstermektedir. Proletarya, bizzat burjuvazinin yarattığı bu sınıf, modern teknolojinin güçlerini denetleyebilecek ve daha da geliştirebilecek tek yeni devrimci sınıftır. Ama burjuvazinin feodal sınıflar karşısındaki zaferinin, sömürücü bir azınlığın yerini bir başkasının alması demek olmasına karşılık, sınıf savaşımında proletaryanın zaferi ise, insanın insan tarafından sömürülmesine son vermek zorundadır.

İkinci kesim, işçi sınıfının en ileri ve en kararlı kesimi olarak komünistlerin oynadıkları rolü açıklamaktadır. Bunlar, proleter hareketin devrime doğru giden yolunu aydınlatan bir teorileri olma üstünlüğüne sahiptirler. Metin, komünistlerin gerçek amaçlarını açıklığa kavuşturmakta ve kendi programlarına karşı yöneltilen itirazlara alay yağdırmaktadır.

Üçüncü kesim, mevcut öteki sosyalist düşünce okulları, gericiler, ütopyacılar ve sahtekarlar sorununu ele almaktadır. Böylece, komünist ilkeleri bir başka açıdan açıklığa kavuşturmaktadır. Bu üç kesim, aynı zamanda, devrimci diyalektik, ve tarihsel materyalizmin toplumsal değişmeye uygulanması konularında bir derstir.

Artık eskimiş olan ama tarihsel bir ilgi konusu olmanın hâlâ ötesinde bulunan dördüncü kesim, komünistlerin öteki radikal demokratik hareketler karşısındaki konumunun kısa bir açıklamasıdır. Tavır, sekter olmayan bir tavırdır: Gerçek demokratik bir öze sahip bulunan bütün hareketler desteklenecektir, ama komünistlerin bir proleter devrime doğru giden itici güç olarak kendi kimliklerini yitirmemeleri gerekir. İlgi merkezi Almanya üzerindedir, çünkü bu ülkede yaklaşmakta olan burjuva devrim, bir proleter devrimin öncüsü olarak görülüyordu. Bu kesimin son sözleri, komünistlerin gizli tertipçi bir hizip olmayı reddettiklerini ve amaçlarının proleter devrim olduğunu açıkça söylediklerini ilan etmektedir. "Bütün Ülkelerin İşçileri, Birleşin!" çağrısı da buna dayanmaktadır.

 

2

 

Manifesto'da öne sürülen düşüncelerin kaynakları konusunda pek çok şey yazılmıştır. Bunlar ne ölçüde özgündürler? Burada yaptığımız giriş, umarız ki, Marx'ın katkısının esas niteliğini göstermiştir. Gene de, bütün büyük tarihsel belgelerin durumunda da olduğu gibi, Manifesto, parlak ve yaratıcı sentezin tümü Marx'a ait olsa da, kendinden önce yazılmış olanlara pek çok şey borçludur.

Babeuf'ün mülksüz büyük çoğunlukla küçük zengin azınlık arasındaki sonal savaşımı, daha önceden aklından geçirdiği doğrudur. Saint-Simon, toplumdaki ilerleyen gelişmenin ve bilimin ve teknolojinin etkisinin farkındaydı. Kendisi ve birçok başka ütopyacı, burjuva toplumun doğasını başarılı bir biçimde tahlil etmişlerdi. Owen, modern sanayi toplumu ve onun sınıfsal niteliğinden derinden etkilenmişti. Sınıf çatışması, hem İngiliz sosyalistlerinin, hem de iktisatçılarının teorilerinin merkeziydi. Fransız tarihçileri, İngiliz ve Fransız devrimlerini, sınıf savaşımları olarak görmeye çok yaklaşmışlardı. Blanqui, işçilerin devrimini vaazetmiş ve proletarya diktatörlüğü anlayışını sezmişti (henüz Manifesto'da bile kullanılmayan bir terim; bu arada belirtelim ki, burada kapitalizm terimi de kullanılmamaktadır). Tarihsel materyalizmin öğelerine, o dönemdeki birçok düşünürün yazılarında raslanabilir. Ama ne bu türden "ödünç almalar", ne de Marx'ın Hegel'e ve Feuerbach'a olan borcu, Manifesto'nun özgünlüğünden bir şey yitirtir. Hâlâ canlı oluşunun, ve kendinden önceki bütün ilmihallerin, iman yeminlerinin ve manifestoların ise unutulmuş olmalarının nedeni budur.

Marx'ın elinde (Londra Kongresi konusundaki notlar dışında) Engels'in taslağının, ilmihalinin bulunduğu da doğrudur. Ama Engels, bu konuda, bütünüyle Marx'a olan minnettarlığını tekrar tekrar vurgulamıştır.

Birkaç eleştirmen, Manifesto'nun, Harold Laski'nin deyişiyle, "açıkça, 1843'te yayınlanmış ve 1847'de yeniden basılmış olan Considérant'ın Demokrasi Manifestosu'na pek çok şey borçlu" olduğunu, ya iddia ya da ima etmiştir. Ötekiler ise doğrudan çalıntı olduğu iddiasında bile bulunmuşlardır. Eğer bu doğru ise, 1893'e kadar yaşamış olan Considérant'ın buna hiç sahip çıkmamış olması gariptir. Considérant'ın burjuva topluma yönelttiği suçlamanın, öteki sosyalistlerinki gibi, hem dokunaklı, hem de etkili olduğunu, ve eğer toplumun iki sınıf halinde kutuplaşması durdurulmayacak olursa, devrimin gerçekleşeceğini önceden haber verdiğini teslim etmek gerekir. Ama esas noktayı, toplumun, üretim biçiminin değişmesiyle birlikte değiştiği buluşunu atlamıştır. Ayrıca, kendisi, Temmuz monarşisinin spekülasyoncu mali kapitalizmi altında yaşadığından, çareyi kredi sisteminin yeniden örgütlenmesinde bulmuştur. Bir ütopyacı olarak kalmıştır; gelecek konusundaki anlayışı, tarihteki itici güç olarak sınıf savaşımı değil, insanlığın ussal gelişimi üzerine oturtulmuş sınıfsal uyumdu. Considérant proleter devrimden korkuyordu, Marx ise sevinçle karşılıyordu. Marx, bütün proleterleri birleşmeye çağırırken, Considérant şöyle haykırıyordu: "Bizim davamız Tanrı ve İnsanlık davasıdır; Sancağımız Adaletin, Dünya Barışının ve Halkların Birliğinin Sancağıdır." Kuşkusuz soylu duygular, ama marksizm değil. Son zamanlarda bir anti-komünistin "Marx keşke Considérant'dan alıntı yapmış olsaydı!" diye iç çekmesinde şaşılacak bir şey yoktur.

Marx ve Engels, kendi öncellerine duydukları minnettarlığı hiçbir zaman yadsımamışlardır. Engels'in büyük ütopyacılar konusunda nasıl içten şeyler yazdığını anımsıyoruz. Marx, iktisadi yazılarında, Smith'ten, Ricardo'dan ve öteki iktisatçılardan, ayrıca Bray'den ve kapitalist toplumun öteki ciddi eleştirmenlerinden —aynı zamanda bunların yetersizlikleri olarak gördüğü şeyleri de tahlil ederek ve düzelterek— saygıyla sözetmiştir. Weydemeyer'e yazdığı 5 Mart 1852 tarihli mektubunda, bu alıntı sorununu bizzat kendisi açıklığa kavuşturmuştur: "Bana gelince, modern toplumda ne sınıfların ne de onlar arasındaki savaşımın varlığını bulmuş olmanın onuru bana ait. Benden çok zaman önce burjuva tarihçiler bu sınıf savaşımının tarihsel gelişimini, burjuva iktisatçılar da sınıfların ekonomik anatomisini ortaya koydular."

Ve bunun ardından da kendisinin yeni olarak yaptığı şeyleri açıkça belirtmiştir:

"1º sınıfların varlığının, üretimin gelişimindeki belirli tarihsel aşamalarla  ilişkili olduğunu;

"2º sınıf savaşımının zorunlu olarak proletarya diktatörlüğüne varacağını;

"3º bu diktatörlüğün, yalnızca bütün sınıfların ortadan kaldırılmasına ve sınıfsız topluma bir geçiş olduğunu göstermekten ibarettir."

Bu sözleri aktaran Lenin, "bu sözlerde Marx, çarpıcı bir açıklıkla, ilk olarak kendi teorisi ile burjuvazinin en önde gelen ve en derin düşünürlerinin teorisi arasındaki başta gelen köklü ayrılıkları; ikinci olarak da, kendi devlet teorisinin özünü açıklamayı başarmıştır" demektedir.

Bunun ardından Lenin, Marx'ın öğretisindeki esas noktanın sınıf savaşımı olduğunu söylemenin doğru olmadığına işaret ediyor. Bu, daha önce burjuvalar ve ütopyacılar tarafından öğretilmiştir, hatta, genel olarak söylemek gerekirse, burjuvazi için kabul edilebilir bir şeydir. Marx'ın öğrettiği şey, sınıf savaşımının kabullenilmesinin proletaryanın diktatörlüğüne dek genişletilmesi gerektiği idi. Komünist Manifesto'nun öğrettiği en büyük ders budur, diye yazıyordu.

 

3

 

Manifesto'nun tarihsel öncelleri ne olursa olsun, onu yüzyılı aşkın bir süre içersinde dünya üzerindeki etkisinin ışığı altında incelemek daha önemlidir. Manifesto'nun tarihi, gerçekten de, işçi hareketi tarihinin bir parçası haline gelmiştir. 1848'de ilk çıktığında, ancak çok küçük bir militan grup tarafından benimsendi, ve coşkuyla karşılandı. Komünist Birliğin tamamı, Batı ve Orta Avrupa'nın birkaç kentine dağılmış birkaç yüz üyeyi pek aşmıyordu. Bu belgeyi, çıkartılmış olduğu değişik dillerde, etrafa dağıttılar. Engels, artık izi bulunamayan 1848 tarihli bir Fransızca çevirisinden sözetmektedir; hemen hemen aynı sıralarda Londra'da yayınlanmış Lehçe bir çevirisinin ve Danimarka dilinde yapılmış bir çevirisinin de sözünü etmektedir. 1850'de Harney, bunun bir İngilizce çevirisini, "Yurttaş Charles Marx ve Frederic Engels tarafından yazılmıştır" ibaresiyle yayınladı, yazarlarının adları ilk kez belirtiliyordu. Ama hareketin, 1848 devrimlerinin yenilgisinden sonra azalması, Manifesto'nun etkisinin de azalması demekti. Onu "komünist tertipler" konusunda hazırladıkları bir rapora koyan iki Prusyalı polis dışında Manifesto yıllarca dikkatlerden uzak kaldı. Mesleki incelemelerinde Manifesto'dan esinlenebilecek olan burjuva akademisyenler, onu, açıkça görmezden geldiler. Bakunin'in yaptığı Rusça çevirisinin İsviçre'de yayınlandığı 1869'a dek, Manifesto konusunda herhangi yeni bir ilgiye raslamıyoruz.

Manifesto'ya olan ilgi, Paris Komününden sonra yeniden arttı. Engels'e göre, 1871'de Birleşik Devletler'de en az üç çevirisi çıktı. Bunlardan birine dayanılarak yapılan Fransızca bir çevirisi 1872'de yayınlandı. Özgün Almanca metnin, Marx ve Engels'in yazdıkları bir önsözle birlikte, o yıl yeni bir baskısı da yapıldı. Artık durmadan büyümekte olan uluslararası işçi hareketi, sendikaları ve sosyalist partileriyle birlikte, Manifesto'ya karşı aynı şekilde büyümekte olan bir ilgi uyandırdı. Yeni baskıların ve çevirilerin sayısı hızla arttı. Biz bunlardan yalnızca Rus marksizminin "babası" G. V. Plehanov tarafından hazırlanan 1882 tarihli Rusçasını, 1883 üçüncü Almanca baskısını ve Engels'in ünlü önsözüyle çıkan 1888 İngilizce baskısını anıyoruz. Artık burjuva akademisyenler de, sonunda, sırf onu yermek için de olsa, Manifesto'nun farkına varmaya başlamışlardı. O günlerden bu yana birçok dillerde, tekrar tekrar, milyonlarca adet yayınlanmıştır. İnsanın dünyayı değiştirme gücüne seslenerek sayısız milyonların yaşamını böylesine etkilemiş bir başka belge örneği yoktur. Manifesto, toplumu değiştirmede yol gösterici olmuş ve şimdi üç kıta üzerindeki 14 ülkeye sosyalizm getirmiştir.

Manifesto, ciddi olduğu kadar gayrı-ciddi olarak da, yüceltilmiş ve yerilmiş, tahlil edilmiş ve eleştirilmiştir. En önemli tadilatlar, bizzat Marx ve Engels tarafından yapılmıştır. Onlar, özeleştirinin, deneyimlerden öğrenmenin ustasıydılar. Manifesto'nun yayınlanışından hemen sonra, derslerini bizzat devrimin o zorlu okulunda gördüler. Başlangıçta devrimin izlediği yol, onların daha önceki tahlillerine uyar gibi gözüktü. Bunu, İngiltere'de çartizmin çöküşü, Paris'te protestoda bulunan işçilerin Haziran (1848) katliamı, Alman burjuvazisinin kararsızlığı, Fransız ve Alman gericiliğinin yavaş yavaş güçlenmesi, çarın Macaristan'a yaptığı askerî müdahale izledi. Açıktır ki, proleter devrimin zamanı henüz gelmemişti. Komünistler, burjuva devrim ile proleter devrimin aldığı biçimler arasında çok yüzeysel bir paralellik kurdular. Generallerin, bir önceki savaşın koşulları ile düşünme eğiliminde oldukları söylenir. Aynı şekilde devrimciler de, bir önceki devrimin koşulları ile düşünme eğilimindedirler. Engels bunu 1895'te şöyle ifade ediyordu:

"Şubat Devrimi patlak verdiği zaman, biz hepimiz, koşulları ve devrimci hareketlerin gidişini kavrama bakımından, geçmiş tarihsel deneyimin, özellikle de Fransız deneyiminin büyülü etkisi altındaydık. Genel altüst oluş işareti, 1789'dan bu yana, bütün Avrupa'nın tarihine hükmetmiş olan Fransa'dan başlamamış mıydı bir kez daha? Onun için, 1848 Şubatında Paris'te ilan edilen 'toplumsal' devrimin, proletarya devriminin niteliği ve gidişi hakkındaki fikirlerimizin, 1789 ve 1830 modellerinin anılarının damgasını taşıması, doğal ve kaçınılmaz bir şeydi."

Ve şu sonuca varıyordu: "tarih ...  yalnızca bizim o zamanki yanılgımızı savurmakla kalmadı, proletaryanın içinde dövüşmek zorunda olduğu koşulları da baştan aşağı altüst etti. 1848'in savaşım tarzı bugün her bakımdan eskimiştir..."

Marx, 1848 Devrimi konusunda 1851'de yazılmış son sözlerini söylerken, klasik üslup içersinde, vargılarına zaten ulaşmış bulunuyordu:

"Burjuva devrimleri, 18. yüzyılın devrimleri olarak, hızla başarıdan başarıya atılıyorlar, onların dramatik etkisi kendilerini de aşıyor; insanlar ve şeyler, elmasların parıltılarının cazibesine yakalanmıştır sanki, sık sık vecde gelmek, toplumun sürekli durumu olmuştur, ama bu devrimler kısa sürelidir. Çabucak, en yüksek noktalarına varıyorlar ve devrimin fırtınalı döneminin sonuçlarını soğukkanlılıkla ve ağırbaşlılıkla kendine maletmeyi öğreninceye kadar, uzun bir huzursuzluk toplumun yakasına yapışıyor. Buna karşılık, proletarya devrimleri, 19. yüzyılın devrimleri olarak, durmadan kendi kendilerini eleştirirler, her an kendi akışlarını durdururlar, yeni baştan başlamak üzere, daha önce yerine getirilmiş gibi görünene geri dönerler, kendi ilk girişimlerinin kararsızlıkları ile, zaafları ile ve zavallığı ile alay ederler, hasımlarını, salt, topraktan yeniden güç almasına ve yeniden korkunç bir güçle karşılarına dikilmesine meydan vermek için yere serermiş gibi görünürler, kendi amaçlarının muazzam sonsuzluğu karşısında, boyuna, daima yeniden gerilerler, ta ki, her türlü geri çekilişi olanaksız kılıncaya ve bizzat koşullar bağırıncaya kadar: 'Hic Rhodus, hic salta'."

1848'in ve 1849'un devrim yıllarında olması gerekenler ile, olanlar konusu, yenilgiye uğramış devrimciler arasında hararetli tartışmalara yolaçtı. Devrimin tekrar alevleneceği yolundaki beklentilerinin gerçekleşmemesinden sonra, Marx ve Engels, 1850'de, devrimci dalganın bir süre için geçmiş olduğu sonucuna vardılar. Bu dalganın niye geçmiş olduğunu, kapitalizmin kendi umduklarından niye çok daha güçlü çıktığını (örneğin California'da altın bulunmasıyla) dikkatle incelemeye başladılar. Hâlâ yeni devrimler tasarlamakta olan sürgündeki birçok yoldaşlarının bu düşlerini paylaşmadılar. Durumu dikkatlice tahlil etmeleri, onları, başarısızlığa mahkum ve özünde blankici nitelikte bir serüvene karşı uyardı. Bu ayrılıklar, varlığı Kasım 1852'de son bulan Komünist Birliğin ölümünün nedenleri arasındaydı.

Eleştirmenler, her şey olup bittikten sonra işi kavramış olmanın getirdiği kasıntılı üstünlükle, Marx ve Engels'in, proleter devrimin "hemen köşe başında" olduğu yolundaki 1848'deki beklentilerini gülümsemeyle karşılamayı pek severler. Gerçek şudur ki, kendi zamanlarının kapitalizminde bulunan bütün gizli olasılıkları Marx ve Engels bile görememişlerdir. Ama her zaman öğrenmeye istekli, ve her zaman tetikteydiler. Marx ve Engels'in kendi zamanlarında olmasını bekledikleri şeyler, daha uzun bir zaman dönemi içersinde, ve o zaman da, daha geniş bir ölçekte gerçekleşmiş oldu. 1847-48'in iktisadi bakımdan geri Almanya'sının devrimci geleceğine ilişkin beklentileri gerçekleşmedi, ama genel yaklaşımlarının doğruluğu 1917'nin iktisadi olarak geri Rusya'sındaki devrimin izlediği yol ile tanıtlandı. Marx ve Engels'in bu yanılgıları konusunda Lenin'in yazdıklarını buraya aktarmaya değer:

"Ama böylesine yanılgılar —bütün dünyanın proletaryasını küçük, basmakalıp ve önemsiz görevlerin üstüne çıkartmaya çalışan ve çıkaran devrimci düşüncenin devlerinin yanılgıları— devrimci gururun boşluğu, devrimci savaşımın yararsızlığı ve karşı-devrimci 'anayasal' kuruntuların çekiciliği konusunda alkış tutan, yaygara koparan, yalvaran ve nutuk atan resmî liberalizmin bayatlamış erdeminden bin kez daha soylu ve daha yüce ve tarihsel olarak daha değerli ve doğrudur..."

1871 Paris Komünü bir başka ders oldu. Bunun incelenmesi, Marx'ı, 1872'de, Fransa'da İç Savaş Konusunda Çağrı'da, Manifesto'da şu çok önemli düzeltmeyi yapmaya yöneltti: "İşçi sınıfı devlet aygıtını olduğu gibi almak ve onu kendi hesabına işletmekle yetinemez." Aynı çağrıda Marx, mevcut burjuva devletin tarihinin anahatlarını, "sermayenin emek üzerindeki ulusal bir iktidar, toplumsal kölelik ereklerine göre örgütlenmiş toplumsal bir güç, bir sınıf egemenliği aygıtı" olarak saptamakta ve bu söz üzerinde geniş yorumlar yapmaktadır.

Lenin'den Fidel Castro'ya kadar bütün başarılı işçi sınıfı devrimcileri, bu dersi öğrenmişlerdir.

Marx, 1875'te yazılmış olan Gotha Programının Eleştirisi'nde aynı konuya tekrar dönmüştür. Marx'ın Komünist Manifesto'dan sonra yazmış olduğu en ayrıntılı programatik açıklama olduğundan ötürü, bu yapıt çok önemlidir.

En önemlisi de, Manifesto'nun devrimin sonucundan yalnızca "egemen sınıf olarak örgütlenmiş proletarya" diye sözetmesine karşılık, Marx, şimdi, daha açık-seçiktir:

"Kapitalist toplum ile komünist toplum arasında, birinden ötekine devrim yoluyla geçiş dönemi yer alır. Buna bir siyasal geçiş dönemi tekabül eder ki, burada, devlet, proletaryanın devrimci diktatörlüğünden başka bir şey olamaz."

Bir başka yerde Marx, geleceğin toplumuna ilişkin olarak birinci evre ve üst evre olarak yaptığı, ve bizim şimdi "sosyalist" ve "komünist" aşamalar olarak adlandırdığımız o ünlü ayrımı vermektedir. Birinci aşamadaki toplum, "kapitalist toplumdan çıkıp geldiği biçimiyle bir komünist toplumdur; dolayısıyla, iktisadi, manevi, entelektüel, bütün bakımlardan, bağrından çıktığı eski toplumun damgasını hâlâ taşıyan bir toplumdur. Bu bakımdan üretici birey olarak —gerekli indirimler yapıldıktan sonra—, topluma vermiş olduğunun karşılığını alır. ... Eşit hak, ilke olarak, ilke ile pratik çelişmemekle birlikte, burjuva hukuktan başka bir şey değildir. ... Üreticinin hakkı, sunmuş olduğu emekle orantılıdır."

Ama ensonu:

"Komünist toplumun daha yüksek bir aşamasından, bireylerin işbölümüne ve onunla birlikte kafa emeği ile kol emeği arasındaki çelişkiye kölece boyun eğişleri sona erdiği zaman; emek, yalnızca bir geçim aracı değil, ama kendisi birincil yaşamsal gereksinim haline geldiği zaman; ... ancak o zaman, burjuva hukukun dar ufukları kesin olarak aşılmış olacak ve toplum, bayraklarının üstüne şunu yazabilecektir: Herkesten yeteneğine göre, herkese gereksinmesine göre!"

Daha sonra Lenin, Devlet ve Devrim'inde, Marx'ın bu sözlerini çok parlak bir biçimde yorumlamıştır.

Manifesto'da yapılan son bir değişiklik, Marx ve Engels'in, bu belgenin 1882 Rusça baskısı için birlikte yazdıkları önsözde görülebilir. Burada, işçi sınıfının kendisini, 1848'de olduğu gibi, Batı ve Orta Avrupa içine hapsetme zamanının çoktan geçmiş olduğuna işaret ediyorlardı. Yeni görüşler gerektiren yeni durumlar çıkmıştı. Özellikle Rusya'ya ve Birleşik Devletler'e değiniyorlardı. Marx ve Engels, savaşımın artık Batı ve Orta Avrupa ile yetinmeyeceği anın geldiğini görmeye başlamışlardı — ve "Rus devriminin Batıdaki bir proleter devrimin habercisi olma" zamanının geldiğini sezinlemişlerdi.

 

4

 

Komünist Manifesto, yazılmış olduğu dönemin siyasal ortamı içersinde anlaşılması gereken tarihsel bir belgedir. Marx ve Engels, bunun, bazı bakımlardan eskimiş olduğunu daha 1872'de gözlemlemişlerdi. Kapitalist sisteme dev tekellerin egemen oldukları ve yeryüzünün geniş bir kesiminin kapitalizmden sosyalizme dönüşmüş olduğu bugün ise, Manifesto'nun ancak en genel hatları ile önceden görebileceği durumlar doğmuştur. Öyleyse Manifesto'nun kalıcı yaşamsallığını koruması nedendir? Yüzyılı aşkın varlığı boyunca nasıl olup da ayakta kalabilmiştir?

Marx ve Engels, 1872'de, Manifesto'da ortaya konmuş bulunan genel ilkelerin, tüm olarak, o gün de, yazılmış oldukları zamanki kadar doğru olduklarından emindiler. Engels, Marx'ın ölümünden sonra, bu düşünceye bağlı kaldı, çünkü tersi durumda Manifesto'nun birçok çevirilerine ve yeni basımlarına hiçbir zaman razı olmazdı. Öyleyse bu genel ilkeler nelerdir?

Birincisi, yöntemi söylemeliyiz: tarihsel materyalizm. Bu, kapitalizmin ve kökenlerinin ve proleter kurtuluşu gerçekleştirebilecek yolların tahlilinin teorik temelini oluşturur. Bunun ilkeleri açıkça belirtilmiştir ve Marx ve Engels'in 1848-49'da Neue Rheinische Zeitung'daki makaleleri, ve Fransa ve Almanya'dan 1848-51 dönemindeki sınıf savaşımları konusundaki incelemeleri ile başlayan daha sonraki incelemeleri, bize bu yöntemin gücü konusunda çok parlak örnekler vermiştir. Tarihsel materyalizmin temelinde yatan ilkeler, bugün, yalnızca tüm yeryüzü yuvarlağı üzerinde militan işçi partileri içersinde örgütlenmiş milyonların teorik ve pratik çalışmalarına yön vermekle kalmıyor, durmadan genişleyen akademik çevrelerce de benimseniyor.

İkincisi, Manifesto'da, tüm tarihin sınıf savaşımlarının tarihi olduğu sözünü buluyoruz. Bunun geçmişin bazı dönemlerine uygulanmasında tartışmalı noktalar hâlâ bulunabilir — örneğin daha fazla araştırmayı gerektirebilecek olan Haçlılar. Ama şimdiki dönem konusunda hiçbir kuşku yoktur. Şimdi bütün yaşamımıza egemen olan sınıf savaşımıdır. Soğuk savaş, alevlendirdiği bir yığın sıcak savaşla birlikte, dünya boyutlarına vardırılan sınıf savaşımından başka nedir ki?

Üçüncüsü, Manifesto, kapitalizmin doğasını açıklamaktadır: meta üretimi, üretim araçları üzerinde özel mülkiyet, ücretli işçiler, genişleyen pazarlar ve eski adetlerin ve kültürlerin devrimci bir biçimde yıkılması. Sınıf savaşımı kapitalizmin iliklerine işlemiştir, ve sonuçta, onun yıkılmasına ve yerini sosyalist bir düzenin almasına yolaçan da bu sınıf savaşımıdır.

Dördüncüsü, böylelikle, sosyalizmin zorunluluğuna ve tarihsel kaçınılmazlığına varıyoruz. Kapitalizm, teknolojideki bütün ilerlemelere karşın, yoksulluğa ve güvensizliğe, ya da her ikisine birden sonsuza dek katlanmak istemeyen sınıfı yaratır. Kapitalizm, sosyalizmi kurmak zorunda olan ve kurma yeteneğine sahip bulunan militan bir işçi sınıfı yaratır. Marx ve Engels'in, modern işçi sınıfının, İngiltere dışında, hâlâ emekleme döneminde olduğu bir sırada sahip olduğu görüş, bugün yeryüzünün geniş bir kesiminde gerçekleşmiştir. Soğuk savaş, bu görüşün daha da gerçeklik kazanmasını engellemek üzere, egemen kapitalist sınıf tarafından girişilmiş umutsuz bir çabadır.

Manifesto'nun değinilmeye ve incelenmeye değer başka yönleri de vardır. Sekterlikten yoksun oluşunun bu yönler arasında olduğunu düşünüyoruz. "Devrimci" bir nitelik taşısa bile, derinlikten yoksun laf kalabalığı konusundaki sert eleştirisi ile, açık-seçik teorik ve siyasal programına karşın, ya da daha doğrusu, bu yüzden, ister küçük ister büyük olsun, gerçekten demokratik bir nitelik taşıyan her türlü eylemin desteklenmesini istemektedir. Kaderciliği reddedişinin de bu yönlerden biri olduğunu düşünüyoruz: sosyalizm kaçınılmazdır, ama salt işçi sınıfı onu istemek zorunda kalacağı için böyledir. Bir başka deyişle, proletaryanın eylemci zihniyetini yaratan, kapitalizmin kendisidir: Marx, bir keresinde, insanın doğayı değiştirmekle kendisini değiştirdiğini yazmıştı. Aynı şey, toplumsal yapıyı değiştirmesi için de geçerlidir.

Son olarak, marksist ilkelerce yönlendirilen işçi sınıfı partilerinin rolü vardır. Bunların görevi, çalışan yığınların kurtuluş hareketlerine önderlik etmektir. 1847-52'de Komünist Birlikleri ancak birkaç yüz üyeye sahip olan Marx ve Engels'in görüşleri, burada da gene yığınsal ölçekte bir gerçeklik kazanmıştır. Hiçbir yerde sosyalizm, marksist işçi partilerinin önderliği olmaksızın kurulmamıştır, ve bu türden partiler en çok çalışan yığınların ya da bir başka deyişle Manifesto'nun en köklü isteklerini dile getirebildikleri yerlerde —tüm proletaryanın çıkarlarından ayrı çıkarlara sahip olmadıkları yerlerde— başarılı olmuşlardır.

   

5

 

Sık sık tartışılan bir nokta, Manifesto'nun ulusçuluğu ele alış biçimidir. İşçilerin anavatanları olmadığı yolunda İkinci Kesimde yer alan sözler, birçok kişiye, fiilî durum açısından, ya da hiç değilse durumun bugüne kadar gösterdiği gelişmeler bakımından, büyük bir yanılgı olarak gözükmektedir. Bu, Weitling'in ve o günlerin öteki sosyalistlerinin savundukları şeylere verilmiş gereksiz bir ödün olarak görünmektedir. Sık sık olduğu gibi, tek başına alınan bir söz, yanıltıcı olabilir.

Bu sözlerle ifade edilen duygunun, işçi sınıfının tarihi boyunca yaşadığı doğrudur (örneğin bu, IWW'de çok güçlüydü; ve bugün de birçok Kara militan arasında yaygındır). Modern kapitalizmin vahşi ormanına sürüklenen işçi, ulusal, çoğu kez de bölgesel özelliklerini yitirir. Köylü, eski-tip zanaatçı, eltezgahı dokuyucusu, küçük demirhanelerdeki işçi, küçük kentli — bunların hepsinin içinde doğdukları ve büyüdükleri bölgeye karşı özel bir bağlılıkları vardır. Fabrikalara ve madenlere itildiklerinde, acımasızca sömürüldüklerinde, maruz kaldıkları aşırı yabancılaşma sürecinin bir parçası olarak, yerel, hatta ulusal özelliklerini yitirirler. Alman İdeolojisi'nin dediği gibi:

"... her ulusun burjuvazisi, hâlâ özel ulusal çıkarlarını korumaktaysa da, büyük sanayi, bütün uluslarda çıkarları aynı olan bir sınıf, kendisi için ulusallığın çoktan yok olduğu bir sınıf, eski dünyadan gerçekten kurtulmuş ve aynı zamanda ona karşı çıkan bir sınıf yarattı."

Ama Manifesto, işi burada bırakmıyor. Ulusçuluğu tarihsel bir olgu olarak görüyor. Feodal beyler tarafından ezilen bir sınıf olan burjuvazi, egemen sınıf olmak üzere kurtuluşu sırasında, kendi sınıf çıkarlarının yönetimi için, ulusal devleti yaratır. Burjuva ulusçuluk anlayışı işte böyle varolur. Ama işçi sınıfının kurtuluşu için verdiği savaşım içinde, ulusçuluğun yeni bir biçimi ortaya çıkar. Manifesto, savaşımı sırasında, proletaryanın, "ulusun önder sınıfı durumuna gelmek, bizzat ulusu oluşturmak zorunda olduğunu" söylemektedir, "kendisi, bu ölçüde, ulusaldır, ama sözcüğün burjuva anlamında değil." Böylece, Manifesto, işçi sınıfının savaşımını zorunlu olarak ulusal çerçevesi içersinde görmektedir, ve bu savaşım içersinde, proletarya, yeni bir ulusa mensup oluş duygusuna ulaşır. Bu, öteki halkların ezilmesinin temelini hazırlayan burjuva ulusçuluktan çok farklıdır. Proleter ulusal konum, bütün ülkelerin proleterlerini birleşmeye çağıran proleter enternasyonalizminin öteki yüzüdür. Bu ilişki diyalektiktir.

Manifesto'nun bir başka yerinde, Marx ve Engels, aynı düşünceyi bir başka biçimde ifade etmektedirler: "Öz olarak olmasa bile, biçim olarak, proletaryanın burjuvaziyle savaşımı ilkin ulusal bir savaşımdır. Her ülkenin proletaryası, kuşkusuz, her şeyden önce kendi burjuvazisiyle hesaplaşmalıdır." Daha sonra, Almanya'daki işçi hareketini dar ulusal açıdan kavrıyor olarak gördüğü Lassalle'ı eleştirirken, Marx, "biçim olarak" sözcüğünü vurgulamıştır. Kendisine ve Engels'e göre, işçi sınıfı hareketinin özü, uluslararası yandı.

Marx ve Engels, işçileri aldatmak ve onları kendi amaçları için kullanmak için yurtseverce sözler kullanan burjuvazinin ulusçuluğundan yalnızca nefret ettiklerinden ötürü değil, işçi sınıfının savaşımının değişik ülkelerdeki işçilerin karşılıklı desteği üzerine dayandırılması gerektiğinden ötürü de, esas olarak enternasyonalisttiler.

Marx ve Engels'e göre, ulusal savaşıma, her zaman, işçilerin sınıf savaşımları açısından bakılmalıydı. Örneğin Polonyalıların özgürlük savaşımı karşısında onların tutumunu belirleyen buydu. Ortada Rusya, Avusturya ve Prusya tarafından ezilen bir halk vardı. 1830'da, ve gene 1846'da başkaldırmıştı. Polonyalılar, kendilerini ezenlere —ki, çar bunların başını çekiyordu— karşı giriştikleri yiğitçe savaşımda, bütün dünyada demokratların sempatisini kazanmışlardı.

Marx ve Engels, Polonya başkaldırısını ta baştan desteklediler, özellikle onun sol, demokratik kanadını. Bu kanat sosyalist değildi; bir köylü ülkesinde bu kanadın amacı, ancak köylünün serflikten kurtulması ve Polonya ulusunun bağımsızlığı olabilirdi. Ama Marx ve Engels, bu savaşımı, uluslararası konumu içersinde, çarlık ve Prusya gericiliğini ciddi bir biçimde zayıflatma çabası olarak da gördüler. Böylece, Kasım 1847'de, Londra'da, 1830 Polonya başkaldırısının anısına düzenlenen bir toplantıda, bir Alman olarak konuşması istenilen Engels, düşüncelerini şöyle ifade ediyordu:

"Biz Alman demokratlarının, Polonya'nın kurtuluşunda özel bir çıkarımız var. Polonya'nın parçalanmasından yararlananlar Alman prensleriydi; şimdi bile Galiçya'yı ve Posen'i baskı altında tutan askerler de Alman'dırlar. Biz Almanlar, özellikle biz Alman demokratlar, bu lekeyi ulusumuzdan silip atmakla özellikle ilgilenmeliyiz. Bir ulus, aynı zamanda başka ulusları ezmeyi sürdürerek özgür olamaz."

Engels, Polonyalılar kurtulmadıkça Almanya'nın kurtuluşunun gerçekleşemeyeceğini vurgulamayı sürdürmüştür. Burada, Engels'i, tıpkı şu anda Vietnam savaşının utancını kişisel bir aşağılanma olarak hisseden birçok Amerikalı gibi, ülkesinin utancını kendi utancı olarak hisseden bir Alman yurtseveri olarak görüyoruz. Ama Engels'in yurtseverliği demokratik enternasyonalizminin ayrılmaz bir parçasıydı.

Komünist Birlik içersinde, birkaç ulustan gelen ve ayrı dillere sahip işçiler, ortak bir dava altında birleşmişlerdi — ve bu, sosyalizmde yeni bir olguydu. Onların enternasyonalizmlerinin, bugün olduğu kadar o gün de varolan burjuva kozmopolitizmle hiçbir ortak yanı yoktu. Bugünkü uluslararası jet-sosyetenin "ruhu", o günlerde, serbest ticaretçi çevrelerde, ve hegelci Olimpus'larından "eskimiş" ulus kavramlarına tepeden bakan bazı "hakiki-sosyalistler" türünden belirli aydınlar arasında yaşıyordu. Marx ve Engels ise, tersine, kurtuluş uğruna verilen ulusal savaşımların öneminin çok iyi farkındaydılar.

1845'te Harney'in ve Weitling'in birer konuşma yapmış oldukları birçok ulusun Londra'daki o toplantısı konusunda verdiği haber-yorumda, Engels, özellikle Almanya'daki "hakiki-sosyalist" okurlarına sesleniyordu:

"Uluslar bizi ne ilgilendirir ki? Fransız Cumhuriyeti bizi ne ilgilendirir ki?

"Ağır ol, sevgili Almanya. Uluslar ve Fransız cumhuriyeti bizi çok fazla ilgilendirir. Eski ilkel ulusal bencilliğe ve serbest ticaretin ikiyüzlü kişisel bencil kozmopolitizmine karşı, aşırı —proleter— parti tarafından her yerde gerçekleştirilmekte olan ulusların kardeşleşmesi, hakiki sosyalizm konusundaki Alman teorilerinin tümünden daha değerlidir."

Aynı ilkeler, Marx ve Engels'in İrlanda'nın kurtuluşuna karşı olan tutumlarını belirlemiştir. İrlandalıların çoğu, çoğunlukla İngiliz olan toprakbeyleri tarafından yüzyıllardan beri sömürülmeleri yüzünden, rezil ve yoksulluk içinde yaşıyorlardı — patates kıtlığı yüzünden o sıra daha da şiddetlenmiş olan bir durum. İrlandalı işçiler İngiliz emek pazarlarını doldurup taşırıyorlar ve işverenler onlardan, ücreti düşürmek —böylelikle, her ikisinin de zararına olarak, İngiliz işçiyi İrlandalı işçiye karşı çıkarmak— için yararlanıyorlardı.

İrlanda'nın, İngiltere'nin bu en eski sömürgesinin, kurtuluşunun İngiliz işçilerinin kurtuluşu için zorunlu olduğu açıktı. İrlanda'nın kurtuluşu çok büyük bir önem taşıyordu ve öyle kaldı, ve 1870'te Marx'ı bunu şöyle ifade etmeye götürdü: "Bir başka halkı köleleştiren bir halk, kendi zincirlerini döver." Bu yüzden, Marx ve Engels, İngiliz ve İrlandalı işçilerin çartist hareket içersindeki büyüyen dayanışmalarını selamlamışlardır:

"İrlanda halkı ile Büyük Britanya halkı arasında yakın bir ittifakı nihayet sağlamak üzere İngiliz çartistlerinin geniş çoğunluğu tarafından atılan adımları aynı şekilde büyük sevinçle karşıladık. İrlanda halkını, her iki ülkeyi ezenler ile, İngiltere'nin ezilen sınıflarını tek bir ortak nefret içersinde birbirlerine karıştırmaya iten önyargıları kırma olasılığının, şimdi her zamankinden daha çok olduğunu gördük."

Bu sözleri, 13 Şubat 1848'de Kardeş Demokratlara gönderilmiş ve aralarında Marx'ın da bulunduğu üç Brükselli tarafından imzalanmış bir çağrıda buluyoruz. Ve bundan kısa süre önce Engels La Reformé'da "iki ada halkları arasındaki bu ortak ittifakın", "İngiliz demokrasisinin ileriye doğru daha hızlı ilerlemesi ve yoksulluğa batmış İrlanda'nın nihayet kurtuluşa doğru ciddi bir adım atması" sonucunu vereceğini yazmıştı.

Demek ki, Marx ve Engels'in demokratik enternasyonalizmlerine ilişkin olarak, zamanlarının çeşitli ulusal hareketleri karşısında takındıkları tutum, her ülkenin çalışan kitlelerinin —işçilerinin ve köylülerinin— sınıf savaşımlarındaki gereksinmeleriyle belirleniyordu. Ne sevgi sloganları, ve ne de eşitlikçi çağrılar, burada bir işe yarayabilirdi: her ulusal savaşım, kendi tarihsel sınıf konumu içinde görülmeli ve buna göre yargılanmalıydı. Aynı zamanda, ezen ülkenin —Rusya'nın, Prusya'nın ya da İngiltere'nin— çalışan kitlelerinin oynadıkları rol ile, ezilen ülkeninkiler —Polonya, İtalya, ya da İrlanda— arasında açık bir ayrım yapılmalıydı. Ulusal baskı sürdüğü sürece, hiçbir ülkenin işçi sınıfı kendisini kurtaramazdı.

Mevcut somut durumun değerlendirilmesine dayanan böyle bir tutum, değerlendirmede yapılan hatalardan etkilenebilirdi; ve bu, her zaman, şimdi artık bize doğru gelen tutum almalara yolaçmamıştır. Buna bir örnek, Engels'in Birleşik Devletler'in 1846-48'de Meksika'ya karşı girişmiş olduğu istila savaşımı —Birleşik Devletler'deki en ilerici unsurlardan bazıları da dahil olmak üzere, birçok Amerikalının karşı çıkmış olduğu bir savaşı— onaylayışıdır. Engels'e göre, bu savaş, geri Meksika'ya —olsa olsa İngiltere'ye kul olmak yerine— o sıra dünyadaki en demokratik ülke olan Birleşik Devletler'in vesayeti altında ileriye doğru giden tarihsel sürece katılma olanağı vermiştir. Bundan, o sıra, yalnızca burjuvazinin kârlı çıkacağını elbette görmüştü; ama 1848'de, Marx ve Engels, işçi sınıfının zaferine ancak burjuvazinin zaferinin yolaçabileceğini düşünüyorlardı. Daha sonraki çalışmalarında, bu görüşü, çeşitli tarihsel ortamlar içersinde eleştirici bir biçimde sınayacaklardır. Marx ve Engels, Weitling ve Proudhon gibilerinin tersine, her zaman öğrenmekteydiler.

Yaşamlarının daha sonraki yıllarında, Manifesto'nun bazı kesimlerini eskimiş olarak nitelendirmelerinin nedenlerinden biri de bu olabilir. Manifesto'da, kapitalist toplumun gösterdiği uluslararası yayılma, dünya pazarının açılması, üretimdeki büyüyen tekdüzelik yüzünden ulusal farklılıkların ve karşıtlıkların azalmakta olduğu şeklinde ifade edilen inançları üzerinde de düşünmüş olabilirler. Ama öğrenmeye ve kendi kendilerini düzeltmeye istekli oluşlarıyla, Engels'in 1870 Fransız-Prusya savaşına eşlik eden "yurtseverlik isterisi"nden Bismarck'ın yararlanma biçimini tahlil ederken yaptığı gibi, ulusçuluktaki büyümeyi ve bunun işçi hareketi üzerindeki etkisini farketmişlerdir.

Manifesto'nun daha sonraki önsözlerinde yer alan açıklamalara da başvurabiliriz, örneğin Engels'in 1893 İtalyanca baskıya yazdığı "Önsöz"e: "Her ülkenin özerkliği ve birliği sağlanmadıkça, proletaryanın uluslararası birliğini ya da bu ulusların ortak amaçlara doğru barışçı ve akılcı bir işbirliğini gerçekleştirmek olanaksız olacaktır."

Ulusal hareketler karşısında aldıkları tutumda da, Marx ve Engels, geleceği çok iyi görmüşlerdir. Ama, genel ulusçuluk dönemlerinde bile her zaman canlı olan proletarya enternasyonalizminin, dünyanın çalışan yığınlarını birleştirecek bağ olduğu gerçeğini hiçbir zaman gözden kaçırmamışlardır.

 

6

 

Manifesto'nun coşkun güncelliği, esas olarak kapitalizmin ve onun ortadan kalkıp yerini sosyalizmin alışına yolaçan güçlerin —kapitalizmin kendisinin var ettiği güçlerin— niteliğini tahlil edişinde yatmaktadır. Kapitalist sistemin bugünkü sürekli bunalımı, sosyalist dünyanın varlığı ve ulusal kurtuluş savaşımları, Manifesto'nun esas tezlerinin temelde doğru oluşunun canlı tanıtlarıdır. Burjuvazi, kendi mezar kazıcılarını gerçekten yaratmış ve hâlâ da yaratmaktadır. Aynı zamanda Labriola ile birlikte şunu da söylemeliyiz ki, hiçbir cenaze söylevi böylesine bir tantanayla yazılmamıştır.

Manifesto'nun güncelliği o denli inandırıcı duruma gelmiştir ki, üniversitelerimizin narin gençliğinin, uzun bir süre akademik yetkililerin babaca ilgisi ile, bu belgenin incelenmesinden korunmuş olduğu Birleşik Devletler'de bile, Manifesto, birçok yerde, artık olağan müfredat programının bir parçası haline gelmiştir. Sonuç, Manifesto'nun, bazıları aydınlatıcı, bazıları kafa karıştırıcı, ya da daha kötü girişlerin eşliğinde, akademik amaçlı yayın sağnağı olmuştur. Yararlı ve bazan da eğlenceli bir alıştırma olarak, bunların incelenmesini okurlarımıza salık verebiliriz.

Ne var ki, akademik eleştirilerdeki bir nokta, bir an için ele alınmaya değerdir. Bu, Marx'ın yönteminin "ekonomik determinizm" olarak nitelendirilmesidir. Marx, ne ekonomik, ne de başka türden bir determinist değildi. Marx'a göre insan, kendi özgür iradesine göre hareket eder, ama tarihsel olarak belirlenmiş koşullar altında. Demek ki, marksizm determinizmin rolünü kabul eder, ama determinizmle diyalektik bir bağı olan indeterminizmi de. Doğa konusunda, toplum konusunda, psikoloji konusunda, tarih konusunda, törebilim konusunda ne denli çok şey bilirsek bu ilişkiyi o denli daha iyi tahlil edebiliriz. "Gerçek çelişkileri çözme yöntemi" diye yazıyor Marx Kapital'de, "içersinde hareket edebilecekleri biçimi yaratmaktır." Manifesto, determinizm ve özgür irade, ulusçuluk ve enternasyonalizm, kapitalizm ve sosyalizm gibi çelişkilerin tarihsel süreç içersinde nasıl çözüldüklerini öğretmektedir.

Zaman zaman, Manifesto'nun son iki kesiminin onarılamayacak kadar eskimiş olduğunu duyarız. Dar bir tarihsel bakış açısından bu doğru olabilir. Artık "hakiki sosyalistler"den, furyecilerden ya da çartistlerden sözedildiğini duymuyoruz. Ama, daha geniş anlamıyla alındığında, bu kesimler ilk bakışta göründüğü kadar eskimiş değillerdir. Öyle görünüyor ki, bugünün Solu, Yenisi de, Eskisi de, Manifesto'nun kendisine yararak yolaçtığı vahşi orman içersindeki kafası karışık radikalizmin çeşitli biçimlerinin eleştirisinden hâlâ yararlanabilir. Ütopyacılarımız, küçük-burjuva sosyalistlerimiz, kurtarıcılarımız ve coşkucularımız, sosyalizme ve kardeşliğe sınıf savaşımı olmaksızın ve topluma egemen olan yasaları sistematik olarak incelemeksizin ulaşabileceklerini uman erkek ve kadınlarımız, her biri modern biçimleri içersinde, hâlâ aramızda bulunmaktadırlar. Sosyalizm için verilen savaşımda, aydınlara, işçi sınıfının üzerinde öncelik tanıyan "hakiki sosyalist" tiplerin ve "eleştirel eleştiriciler"in sözde-felsefelerinden ve laf kalabalığından bol miktarda var. Ve Manifesto'nun son kesimi, birçok solun, temel günahlarından birine, birliğin esas olduğu yerde birleştirmekten çok, bölen sekterlik günahına karşı uyarıda bulunmaktadır.

Demek ki, Manifesto, insanın insan tarafından sömürülmesinden arınmış bir dünya için verilen savaşımda, yeni kuşaklara düşünce berraklığı ve eylem arzusu esinlendirerek yaşıyor. 1848'in hayaleti, dünya ölçüsünde meydan okuyuşunu koruyarak, ete kemiğe bürünmüş ve görkemli bir gerçeklik haline gelmiştir. Eski ve sözümona "hür dünya"nın güçleri, bu meydan okuyucuyu defetmek üzere içine girdikleri kutsal ittifakı sürdürüyorlar: Papa ile Başkan, Franko ile Sato, Güney Afrika ırkçıları ile Amerikan CIA'sı. Muhalefetteki partiler iktidardaki hasımları tarafından hâlâ komünist olmakla suçlanıyorlar, ve bu lekeleyici suçlamayı hasımlarına gerisin geriye fırlatanlar hiç de az değildir. Ama Manifesto, bir zamanlar yalnızca birkaç ülkedeki yüzler adına konuşuyordu, şimdi ise bütün kıtalarda milyonların sesidir.

 

 

 

 

KOMÜNİST MANİFESTO VE KOMÜNİZMİN İLKELERİ

KOMÜNİST PARTİ MANİFESTOSU

1872 ALMANCA BASKIYA ÖNSÖZ